7 Mayıs 2013 Salı

DİNDARLIK VE GÖRSEL SANATLAR


Yıllarca toplum içerisinde bir görüş ve düşünce vardı. Batı yaşantısının tesirinde kalarak oluşmuş bu düşünce, tesirini hala eskisi kadar şiddetli olmasa da yer yer gösteriyor. Belirli kafalarda hükmünü sürmekte olan bu düşünce en sade ifadesiyle, “dindar kimse sanat yapamaz.”dır.

Çoğu zaman yapılan araştırma ve anketlerde mütedeyyin kesimin daha dün denebilecek bir tarihe kadar sanatla çok da alakasının olmadığı sonucu ortaya konuluyordu. Resim, tiyatro, sinema, konser gibi faaliyetlerin yapıldığı mekânlara dindar insan uğramaz, oralarda işi olmaz kanısı bugünlere kadar gelmiş durumda. Peki, neden böyle bir algı var, dindar olmak sanata mesafeli durmayı mı gerektiriyor? Dindar ve mütedeyyin kesim neden bir tiyatro veya sinema eserini izlemeye gitmiyor, gidemiyor?

                Bu sorulara çok uzun ve çeşitli cevaplar bulunabilir elbette. Ekonomik sebep deyin, cahillik deyin, alışık olunmayan bir durum deyin veya inancın bir gereği olarak şüpheli hatta günah kabul edildiği denilebilir. Fakat farklı bir zaviyeden bakıldığı zaman yukarıda söylenen sebeplerin tali sebepler olduğu görülebilir.

                Yıllardır topluma sorulan bir soru vardı; “bu millet neden kitap okumuyor?” Fakat bu soruya cevap niteliğinde başka bir soru sorulmaya başlandı şimdilerde; “okunmaya değer ne kadar kitap yazıldı ki?” son on beş yıldır okunası kitaplar çıkmaya başlayıp bu açığı kapattılar ve toplum tekrar okuma seferberliğine girişti diyebiliriz. Bünyeye uymayan yabancı veya alışık olunmayan bir madde nasıl ki belli süre sonra vücut dışına atılıyorsa, bizim değerlerimize ait olmayan şeyleri anlatan kitaplar da aynı akıbetle okunmuyor ve dikkat çekmiyor. Alplerde geçen bir çoban hikâyesinin veya Fransa’nın dar sokaklarında konu edinilen sarhoş hikâyelerinin bizim insanımıza katabileceği çok fazla bir şey yok. Okuyucu kendine ait izler göremediği yazıları ise okurken sıkılır ve okuma hususunda devamlılık gösteremez.

                İşte tıpkı okuma hususunda olduğu gibi estetik duygusunun sistemli dışa vurumu olan sanatta da durum aynen böyledir. Ataları sanatı hayatın her ünitesine hem de yıllarca sürecek bir etkiyle nakşederken ve onu hep daha ileriye götürmüşken, onların evlatlarının estetik duygusu ve sanata olan kabiliyetten nasipsiz olması izah edilesi bir durum değildir.

                Anadolu insanı çok fazla hırpalanmış olsa da manevi değerlerine sahip çıkmaya çalışmış ve bunu büyük ölçüde başarmıştır. Yaşadığı, gözlemlediği olayları bu değerlere göre ölçüp biçmiş ve ona göre bir tavır almış. Şimdi düşünün ki, tiyatroda o manevi değerlere aykırı sahneler canlandırılıyor, beyaz perdelerde aykırı görüntüler izletiliyor ve konserlerde çok da bir şey anlatmayan ifadelerin müzikle birleştirilmiş gürültüsü dinletiliyor. Sinesinde kendi öz değerlerini barındıran bir insan elbette bu tür faaliyetlere tavır alacaktır. Çünkü ne anlatılan şey kendisine uygun ne de anlatılma biçimi.

                Toplumda darb-ı mesel haline gelmiş fıkhi bir hüküm vardır; “batılı tasvir saf zihinleri bulandırır.” Batıl, hak olmayan, doğru olmayan şey demektir. Bir dönemin görsel ve işitsel sanatlarına mercek tuttuğumuzda mütedeyyin insanların inançlarına ters şeylerin(yani batıl) her yeri sardığını müşahede etmekteyiz. Daha vahimi bu menfi şeyler anlatılırken kullanılan menfi üslup musibeti ziyadeleştiriyordu. Bu ise insanların sanatsal faaliyetlerle arasındaki mesafeyi arttırıyordu.

                Önceki yıllarda, bu durumun farkına varan ve dindar insanlara hitap edecek filmler çekmeye başlayan insanların karşılaştığı durum ise tam bir trajedidir. Çünkü bin bir emekle beyaz perdeye taşıdıkları hikâyeleri belirli bir kesim tarafından yok sayılıp göz ardı edilmekteydi. Buna en büyük örnek sayın Hekimoğlu İsmail’in yazdığı “Minyeli Abdullah” filmidir. Yüzbinlerce kişinin izlediği film, o zamanın medyasında kendisine yer bulamaz. 1990 yapımı olan bu filmi mütedeyyin insanların sahiplendiğini çok rahat görebilmekteyiz hâlbuki. Buradan da anlaşıldığı üzere dindar insanlar doğrudan tiyatro, sinema veya konsere karşı değiller. Yeter ki kendilerine ait değerleri izledikleri ve dinledikleri şeylerde bulabilsinler.

                Örneklerle somutlaştıracak olursak, “çağrı” filmini bu insanlar defalarca izliyor, Çanakkale savaşını konu alan tiyatro eserine bu insanlar büyük bir aşk ve şevkle gidiyorlar, yine sema gösterisini büyük bir vecd içinde izliyorlar, tasavvuf ve Türk sanat müziği konserini büyük bir keyifle takip ediyorlar. Neden? Çünkü kendilerine ait değerlerin izlerini taşıyor onlar.

                Şu andaki mütedeyyin insanlar, kafalarındaki görsel sanata karşı olan önyargıyı büyük ölçüde attılar ve kendilerine ait değerleri görsel sanatları kullanarak anlatma yolunda cesaretlendiler. Önümüzdeki günlerde bu tür faaliyetleri daha çok göreceğimize dair bir umudum var benim. Çünkü görsel sanatlar konusundaki öğrenilmiş çaresizliğimizi çoktan gerilerde bırakmaya başladık.
                Ortaya konan ilk eserler bir yanları itibariyle eksik, amatörce ve istenilen kıvamdan uzak olsalar da verimliliğin devamı için onlara sahip çıkmak gerektiğine inanıyorum. Yazılacak, okunacak, izlenecek o kadar çok hikâyemiz var ki…