Yıllarca toplum içerisinde bir görüş ve düşünce vardı. Batı yaşantısının
tesirinde kalarak oluşmuş bu düşünce, tesirini hala eskisi kadar şiddetli olmasa
da yer yer gösteriyor. Belirli kafalarda hükmünü sürmekte olan bu düşünce en
sade ifadesiyle, “dindar kimse sanat yapamaz.”dır.
Çoğu zaman yapılan araştırma ve anketlerde mütedeyyin kesimin daha dün
denebilecek bir tarihe kadar sanatla çok da alakasının olmadığı sonucu ortaya
konuluyordu. Resim, tiyatro, sinema, konser gibi faaliyetlerin yapıldığı mekânlara
dindar insan uğramaz, oralarda işi olmaz kanısı bugünlere kadar gelmiş durumda.
Peki, neden böyle bir algı var, dindar olmak sanata mesafeli durmayı mı gerektiriyor?
Dindar ve mütedeyyin kesim neden bir tiyatro veya sinema eserini izlemeye
gitmiyor, gidemiyor?
Bu
sorulara çok uzun ve çeşitli cevaplar bulunabilir elbette. Ekonomik sebep
deyin, cahillik deyin, alışık olunmayan bir durum deyin veya inancın bir gereği
olarak şüpheli hatta günah kabul edildiği denilebilir. Fakat farklı bir
zaviyeden bakıldığı zaman yukarıda söylenen sebeplerin tali sebepler olduğu
görülebilir.
Yıllardır topluma sorulan bir
soru vardı; “bu millet neden kitap okumuyor?” Fakat bu soruya cevap niteliğinde
başka bir soru sorulmaya başlandı şimdilerde; “okunmaya değer ne kadar kitap
yazıldı ki?” son on beş yıldır okunası kitaplar çıkmaya başlayıp bu açığı
kapattılar ve toplum tekrar okuma seferberliğine girişti diyebiliriz. Bünyeye uymayan
yabancı veya alışık olunmayan bir madde nasıl ki belli süre sonra vücut dışına
atılıyorsa, bizim değerlerimize ait olmayan şeyleri anlatan kitaplar da aynı
akıbetle okunmuyor ve dikkat çekmiyor. Alplerde geçen bir çoban hikâyesinin
veya Fransa’nın dar sokaklarında konu edinilen sarhoş hikâyelerinin bizim
insanımıza katabileceği çok fazla bir şey yok. Okuyucu kendine ait izler
göremediği yazıları ise okurken sıkılır ve okuma hususunda devamlılık
gösteremez.
İşte tıpkı okuma hususunda
olduğu gibi estetik duygusunun sistemli dışa vurumu olan sanatta da durum aynen
böyledir. Ataları sanatı hayatın her ünitesine hem de yıllarca sürecek bir
etkiyle nakşederken ve onu hep daha ileriye götürmüşken, onların evlatlarının
estetik duygusu ve sanata olan kabiliyetten nasipsiz olması izah edilesi bir
durum değildir.
Anadolu insanı çok fazla
hırpalanmış olsa da manevi değerlerine sahip çıkmaya çalışmış ve bunu büyük
ölçüde başarmıştır. Yaşadığı, gözlemlediği olayları bu değerlere göre ölçüp
biçmiş ve ona göre bir tavır almış. Şimdi düşünün ki, tiyatroda o manevi
değerlere aykırı sahneler canlandırılıyor, beyaz perdelerde aykırı görüntüler
izletiliyor ve konserlerde çok da bir şey anlatmayan ifadelerin müzikle
birleştirilmiş gürültüsü dinletiliyor. Sinesinde kendi öz değerlerini barındıran
bir insan elbette bu tür faaliyetlere tavır alacaktır. Çünkü ne anlatılan şey
kendisine uygun ne de anlatılma biçimi.
Toplumda darb-ı mesel haline
gelmiş fıkhi bir hüküm vardır; “batılı tasvir saf zihinleri bulandırır.” Batıl,
hak olmayan, doğru olmayan şey demektir. Bir dönemin görsel ve işitsel
sanatlarına mercek tuttuğumuzda mütedeyyin insanların inançlarına ters şeylerin(yani
batıl) her yeri sardığını müşahede etmekteyiz. Daha vahimi bu menfi şeyler
anlatılırken kullanılan menfi üslup musibeti ziyadeleştiriyordu. Bu ise
insanların sanatsal faaliyetlerle arasındaki mesafeyi arttırıyordu.
Önceki yıllarda, bu durumun
farkına varan ve dindar insanlara hitap edecek filmler çekmeye başlayan
insanların karşılaştığı durum ise tam bir trajedidir. Çünkü bin bir emekle
beyaz perdeye taşıdıkları hikâyeleri belirli bir kesim tarafından yok sayılıp
göz ardı edilmekteydi. Buna en büyük örnek sayın Hekimoğlu İsmail’in yazdığı “Minyeli
Abdullah” filmidir. Yüzbinlerce kişinin izlediği film, o zamanın medyasında kendisine
yer bulamaz. 1990 yapımı olan bu filmi mütedeyyin insanların sahiplendiğini çok
rahat görebilmekteyiz hâlbuki. Buradan da anlaşıldığı üzere dindar insanlar
doğrudan tiyatro, sinema veya konsere karşı değiller. Yeter ki kendilerine ait
değerleri izledikleri ve dinledikleri şeylerde bulabilsinler.
Örneklerle somutlaştıracak
olursak, “çağrı” filmini bu insanlar defalarca izliyor, Çanakkale savaşını konu
alan tiyatro eserine bu insanlar büyük bir aşk ve şevkle gidiyorlar, yine sema
gösterisini büyük bir vecd içinde izliyorlar, tasavvuf ve Türk sanat müziği
konserini büyük bir keyifle takip ediyorlar. Neden? Çünkü kendilerine ait
değerlerin izlerini taşıyor onlar.
Şu andaki mütedeyyin insanlar,
kafalarındaki görsel sanata karşı olan önyargıyı büyük ölçüde attılar ve
kendilerine ait değerleri görsel sanatları kullanarak anlatma yolunda
cesaretlendiler. Önümüzdeki günlerde bu tür faaliyetleri daha çok göreceğimize
dair bir umudum var benim. Çünkü görsel sanatlar konusundaki öğrenilmiş
çaresizliğimizi çoktan gerilerde bırakmaya başladık.
Ortaya
konan ilk eserler bir yanları itibariyle eksik, amatörce ve istenilen kıvamdan
uzak olsalar da verimliliğin devamı için onlara sahip çıkmak gerektiğine
inanıyorum. Yazılacak, okunacak, izlenecek o kadar çok hikâyemiz var ki… 