31 Ağustos 2013 Cumartesi

MEZC-İ VAV

Zamanın, bahar diyarlarını gezmeye başladığı güneşli günlerde insanların yeni mekanlara, yeni manzaralara aşina olmak için bazen şehiriçi bazen şehirdışı hatta yurtdışı gezilerine çıkma gibi bir istek peyda olur içinde. İnsan ruhunun feraha ermesine, rahatlamasına vesile bu tür faaliyetlerin yararı şüphesiz tartışılmaz. İnsan gezdikçe öğrenir, öğrendikçe ise cehaleti artar ve “kim bilir daha öğrenmediğimiz ne güzellikler var” diye iç geçirir.
Serhat şehri edirneye yaptığım gezide şahsen, bende gizli bir hazineyi keşfetmiş hissi uyandı. Evet, edirne deyince akla hemen selimiye gelecektir. Fakat şunu belirtmek isterim ki, selimiye oradaki sanat kültürünün zirve noktasıdır. Nitekim büyüklüğü bizce idrak üstü olan muhteşem dönemin muhteşem mimarı merhum sinan da selimiyeyi ustalık eseri olarak vasıflandırıyor.
Edirnenin farkında olmadığımız onlarca doğal ve tarihi güzelliklerini meraklılarına havale edip, onların içinden bir tanesine yoğunlaşacağım: eski cami.
Edirnenin eski şehir yerleşmesinin merkezinde sayılabilecek bir konumda olan eski camiin yapımı 1400’lü yılların hemen başlarına tekabül eder. Dışarıdan mütevazi bir görüntüye sahip olan cami, içerisine girdiğinizde sanat müzesine girmiş hissi uyandırıyor insanda. Bakışlarınızı nereye çevirseniz farklı bir hat ile duvarlara nakşedilmiş yazılar karşınıza çıkıyor. Ayetler, hadisler, isimler ve semboller yıllar boyu duvarlarda arz-ı endam etmekte ve insan ruhuna estetik tesirler bırakmaktadır. Hele bir de o yazıları bir bilen eşliğinde okumak dimağlara kalıcı ve doyurucu kültür mirası emanet ediyor.
Her birini burada anlatmak, dahası cami içerisindeki anlam yüklü her bir nesneyi tanıtmak kitapçık hacminde eser ortaya çıkmasına vesile olacağından, bu işi başka bir zamana havale edip, cami içerisinde bulunan bir sembolden bahsedeceğim.
Nazarlarınızı cami girişinin sağ duvarına yönelttiğinizde sütunların arkasında iki “vav” harfinin birbiri içine geçmiş halinin, hatla duvarda ölümsüzleştirildiğini göreceksinizdir. Okuduğum divan şiirlerinde ve edebiyat hikayelerinde “vav” harfi ile alakalı malumat kırıntılarına aşina olduğumdan bu sembol dikkatimi çekti. Bursa ulu camiinde de mihrabın sağında karşıma çıkan vav harfi edirne eski camiinde iki tane olarak karşımda durmakta idi. Osmanlı tasavvuf kültüründe vav harfi ile alakalı pek çok sembolik ifade olduğundan, bu sembolün de bir manası olmasını gerektiğini düşündüm fakat diğer malumattan biraz farklı olması gerekirdi. Tek vav harfinin hangi manalara geldiğini bilenler ne demek istediğimi anlamışlardır.
Karşımda duran iki vav harfinin manasına yüzeysel bir vukufiyet edindiğimde ise osmanlıya ait imaretlerde ve hasseten camilerde tarihe tanıklık yapıldığına olan inancımı tazeledim. Çünkü bursadan başlayıp edirnede devam eden vav hikayesi, Osmanlının yaşamış olduğu iki döneme ait derin izler barındırıyordu içinde.
  Karşımda duran tablo Osmanlı devlet-i aliyesinin hangi temeller üzerinde yükseldiğini de gösteriyordu aslında; vakıf ve valide. Bir vav vakıf, bir vav valideyi temsilen yazılmış ve bir dönem her şeyi camiden öğrenen bir topluma sürekli bu iki değeri hatırlatmıştır. Peki vakıf ve valide neden bu kadar değerli?
Valide kavramından başlayacak olursak, bir insan düşünün ki daha rahme düştüğü andan ölümüne kadar pek çok şeye muhtaçtır. Ve bu ihtiyaçlarının büyük bir çoğunluğu öyle bir insan tarafından karşılansın ki, yemesin yedirsin, giymesin giydirsin, uykularını bölsün, kendisinden önce yavrusunu düşünsün. Hasta olduğunda veya başına fenalık geldiğinde ilk ve daha fazla onun canı yansın. Dahası bütün bunları yaptıktan sonra bunları hatırlayıp, hatırlatıp da başa kakmasın. İşte rahmet yönüyle kahramanlaşan bu insana biz valide diyoruz. Valideyi verdiğimiz birkaç yüzeysel örnekle anlatmak tabi ki mümkün değil. Daha akla gelen gelmeyen pek çok özelliğinin yanında Allah nezdindeki yeri itibariyle de çok mümtaz ve ulaşılmaz kıymete sahiptirler. Valide, Allah hakkından sonraki üç hakkın kendisinin oluşu, başında cehennemden kurtuluş, ayağının altında cennet olması itibariyle adeta efsaneleşen bir kimliğe bürünmektedir. Öyle ki eli değil ayağı öpülesi, baş tacı edilesi kahramanlardır.
Vakıf kavramına gelecek olursak, hamuru islam mayası ile yoğrulmuş topluluk olan Osmanlı devlet-i aliyesinde bugünkü sosyal devlet hizmetlerinin hemen hepsini karşılayan kurum olarak karşımıza vakıf sistemi çıkmaktadır. Toplumdaki bütün hayır işlerine öncülük ettiği gibi bunları idame ettiren de yine bu kurumdur. Okul, yol, çeşme, köprü, kervansaray, medrese, cami vb. pek çok müessese imar edildiği gibi, fakirlere, acizlere, hastalara, yaşlılara, öğrencilere ve daha pek çok insana bu kurum kol kanat germekteydi. Hatta şehirdeki yolların temizliğine varıncaya kadar bu kurum hayatın içerisindeydi. Halk, herhangi bir derdi olduğunda çocuğun annesine koşması gibi vakıf kurumuna müracaat eder veya müracaat etmesine gerek bile kalmadan bu kurumlarca sıkıntısı giderilirdi.
Osmanlı devlet-i aliyesinin son zamanlarına kadar bile bu kurum faaliyetlerini sürdürmüş ve fonksiyonunu eda etmiştir. Anne şefkatiyle topluma kucak açıp, her derdiyle ilgilenmiş ve bunları yine bir anne karakteri ortaya koyarcasına karşılıksız yapmıştır.

Özetle şunu diyebiliriz belki de, bir çocuk için anne ne ise, bir toplum için de vakıf odur. Annesiz çocuk, nasıl acınası perişan bir halde olacaksa, vakıf kurumuna veya bu kurumun bir benzerine sahip olmayan toplum sefaletle sürüm sürüm ve zavallı bir hale gelmiş olacaktır ve olmuştur. Osmanlı toplumu ise ilhamını islamdan almış olarak bu iki değere sahip çıkma ve bu sahip çıkma gayretini sürekli hatırda tutma adına başşehirlerinin en merkezi camiinin duvarına “vav çatışkısı”nı işlemişlerdir. Sanatın hikmetle bu denli iç içe olması karşısında hayranlık duymamak elde mi?