Zamanın, bahar diyarlarını gezmeye başladığı güneşli günlerde
insanların yeni mekanlara, yeni manzaralara aşina olmak için bazen şehiriçi
bazen şehirdışı hatta yurtdışı gezilerine çıkma gibi bir istek peyda olur
içinde. İnsan ruhunun feraha ermesine, rahatlamasına vesile bu tür
faaliyetlerin yararı şüphesiz tartışılmaz. İnsan gezdikçe öğrenir, öğrendikçe
ise cehaleti artar ve “kim bilir daha öğrenmediğimiz ne güzellikler var” diye
iç geçirir.
Serhat şehri edirneye yaptığım gezide şahsen, bende gizli bir hazineyi
keşfetmiş hissi uyandı. Evet, edirne deyince akla hemen selimiye gelecektir.
Fakat şunu belirtmek isterim ki, selimiye oradaki sanat kültürünün zirve
noktasıdır. Nitekim büyüklüğü bizce idrak üstü olan muhteşem dönemin muhteşem
mimarı merhum sinan da selimiyeyi ustalık eseri olarak vasıflandırıyor.
Edirnenin farkında olmadığımız onlarca doğal ve tarihi güzelliklerini
meraklılarına havale edip, onların içinden bir tanesine yoğunlaşacağım: eski
cami.
Edirnenin eski şehir yerleşmesinin merkezinde sayılabilecek bir konumda
olan eski camiin yapımı 1400’lü yılların hemen başlarına tekabül eder.
Dışarıdan mütevazi bir görüntüye sahip olan cami, içerisine girdiğinizde sanat
müzesine girmiş hissi uyandırıyor insanda. Bakışlarınızı nereye çevirseniz farklı
bir hat ile duvarlara nakşedilmiş yazılar karşınıza çıkıyor. Ayetler, hadisler,
isimler ve semboller yıllar boyu duvarlarda arz-ı endam etmekte ve insan ruhuna
estetik tesirler bırakmaktadır. Hele bir de o yazıları bir bilen eşliğinde
okumak dimağlara kalıcı ve doyurucu kültür mirası emanet ediyor.
Her birini burada anlatmak, dahası cami içerisindeki anlam yüklü her
bir nesneyi tanıtmak kitapçık hacminde eser ortaya çıkmasına vesile
olacağından, bu işi başka bir zamana havale edip, cami içerisinde bulunan bir
sembolden bahsedeceğim.
Nazarlarınızı cami girişinin sağ duvarına yönelttiğinizde sütunların
arkasında iki “vav” harfinin birbiri içine geçmiş halinin, hatla duvarda
ölümsüzleştirildiğini göreceksinizdir. Okuduğum divan şiirlerinde ve edebiyat
hikayelerinde “vav” harfi ile alakalı malumat kırıntılarına aşina olduğumdan bu
sembol dikkatimi çekti. Bursa ulu camiinde de mihrabın sağında karşıma çıkan
vav harfi edirne eski camiinde iki tane olarak karşımda durmakta idi. Osmanlı
tasavvuf kültüründe vav harfi ile alakalı pek çok sembolik ifade olduğundan, bu
sembolün de bir manası olmasını gerektiğini düşündüm fakat diğer malumattan
biraz farklı olması gerekirdi. Tek vav harfinin hangi manalara geldiğini
bilenler ne demek istediğimi anlamışlardır.
Karşımda duran iki vav harfinin manasına yüzeysel bir vukufiyet
edindiğimde ise osmanlıya ait imaretlerde ve hasseten camilerde tarihe tanıklık
yapıldığına olan inancımı tazeledim. Çünkü bursadan başlayıp edirnede devam
eden vav hikayesi, Osmanlının yaşamış olduğu iki döneme ait derin izler
barındırıyordu içinde.
Karşımda duran tablo Osmanlı devlet-i
aliyesinin hangi temeller üzerinde yükseldiğini de gösteriyordu aslında; vakıf
ve valide. Bir vav vakıf, bir vav valideyi temsilen yazılmış ve bir dönem her
şeyi camiden öğrenen bir topluma sürekli bu iki değeri hatırlatmıştır. Peki
vakıf ve valide neden bu kadar değerli?
Valide kavramından başlayacak olursak, bir insan düşünün ki daha rahme
düştüğü andan ölümüne kadar pek çok şeye muhtaçtır. Ve bu ihtiyaçlarının büyük
bir çoğunluğu öyle bir insan tarafından karşılansın ki, yemesin yedirsin,
giymesin giydirsin, uykularını bölsün, kendisinden önce yavrusunu düşünsün.
Hasta olduğunda veya başına fenalık geldiğinde ilk ve daha fazla onun canı
yansın. Dahası bütün bunları yaptıktan sonra bunları hatırlayıp, hatırlatıp da
başa kakmasın. İşte rahmet yönüyle kahramanlaşan bu insana biz valide diyoruz.
Valideyi verdiğimiz birkaç yüzeysel örnekle anlatmak tabi ki mümkün değil. Daha
akla gelen gelmeyen pek çok özelliğinin yanında Allah nezdindeki yeri
itibariyle de çok mümtaz ve ulaşılmaz kıymete sahiptirler. Valide, Allah
hakkından sonraki üç hakkın kendisinin oluşu, başında cehennemden kurtuluş,
ayağının altında cennet olması itibariyle adeta efsaneleşen bir kimliğe
bürünmektedir. Öyle ki eli değil ayağı öpülesi, baş tacı edilesi
kahramanlardır.
Vakıf kavramına gelecek olursak, hamuru islam mayası ile yoğrulmuş
topluluk olan Osmanlı devlet-i aliyesinde bugünkü sosyal devlet hizmetlerinin
hemen hepsini karşılayan kurum olarak karşımıza vakıf sistemi çıkmaktadır.
Toplumdaki bütün hayır işlerine öncülük ettiği gibi bunları idame ettiren de
yine bu kurumdur. Okul, yol, çeşme, köprü, kervansaray, medrese, cami vb. pek
çok müessese imar edildiği gibi, fakirlere, acizlere, hastalara, yaşlılara,
öğrencilere ve daha pek çok insana bu kurum kol kanat germekteydi. Hatta şehirdeki
yolların temizliğine varıncaya kadar bu kurum hayatın içerisindeydi. Halk,
herhangi bir derdi olduğunda çocuğun annesine koşması gibi vakıf kurumuna
müracaat eder veya müracaat etmesine gerek bile kalmadan bu kurumlarca
sıkıntısı giderilirdi.
Osmanlı devlet-i aliyesinin son zamanlarına kadar bile bu kurum
faaliyetlerini sürdürmüş ve fonksiyonunu eda etmiştir. Anne şefkatiyle topluma
kucak açıp, her derdiyle ilgilenmiş ve bunları yine bir anne karakteri ortaya
koyarcasına karşılıksız yapmıştır.
Özetle şunu diyebiliriz belki de, bir çocuk için anne ne ise, bir
toplum için de vakıf odur. Annesiz çocuk, nasıl acınası perişan bir halde
olacaksa, vakıf kurumuna veya bu kurumun bir benzerine sahip olmayan toplum
sefaletle sürüm sürüm ve zavallı bir hale gelmiş olacaktır ve olmuştur. Osmanlı
toplumu ise ilhamını islamdan almış olarak bu iki değere sahip çıkma ve bu
sahip çıkma gayretini sürekli hatırda tutma adına başşehirlerinin en merkezi
camiinin duvarına “vav çatışkısı”nı işlemişlerdir. Sanatın hikmetle bu denli iç
içe olması karşısında hayranlık duymamak elde mi?
