11 Mayıs 2014 Pazar

YA TUTARSA?

         Tarihin, hadiselerin diliyle kulağımıza fısıldadığı bir takım hakikatler vardır. Yaşanılan zamanda ve sonrasında yol ve yön tayin etmede birer uyarı levhası sayılabilecek bu fısıltılar, bazen büyük tehlikelere karşı önlem almak için ihtar mahiyetindeyken bazen de büyük uyanışlar için nasihat hükmündedir.
         Devr-i daim içindeki hadiseler, bir birinin aynısı olmasa da ortak pek çok yanlar bulundurması, bu olayları doğru yorumlayabilen insan ve insan toplulukları adına gün ve geleceklerine tuttukları bir ışık hüviyeti kazanmaktadır.
         Hele bir de bu fikir ve düşünme ameliyesini Kur’an’ın nurefşan yönüyle birleştirdiğimizde apaydın bir şehrah, nurlu bir yol karşımıza çıkmaktadır. Çünkü Kur’an, geçmiş hadiseleri anlatırken, konuyu basit hikâyeler olarak ele almaz, ders ve ibret alması için meseleyi insanın aklına havale eder. Dahası, anlatılan olayların sebebini ortaya koyar –ki aynı hataya düşülmesin- bulunulan olumsuz durumdan çıkış yollarını gösterir.
         Tarihin karanlık dehlizlerine doğru çıktığımız seyahatte, karşımıza çokça çıkan tablo, belli bir zaman bir topluluğun çağa hâkim olması, sonra o hâkimiyeti kaybetmesidir. Kur’an’ın, “İşte, günleri insanlar arasında döndürür dururuz.”(Al-i İmran, 140) diyerek haber verdiği bu hakikati İbni Haldun, “Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler” yorumuyla, insan toplulukları için ikbal ve idbarin muvakkat olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.
         Pek çok devletin hüküm sürüp, yerini sonrasında başkalarına bıraktığı gibi Selçuklu Devleti de bu süreçten geçmiştir. İlk başta İslamiyet’e hizmet duygusunun çok güçlü olduğu Selçuklular'da, zamanın yıpratıcılığına karşı konulamamış, hizmet aşk ve şevkinde sönmeler yaşanmıştır. Bir zamanlar Emeviler ve Abbasiler ile bayraklaştırılan bu duygu belirli bir dönem Selçuklular’la temsil edilmiş ve nihayette onlar da artık ellerini, taşıdıkları vazifeden gevşetmek suretiyle Allah’ın fazlıyla sahip oldukları dine hizmet payesini kaybetmişlerdir.
Bu durumu, yine Hâkim-i Ezeli ve Ebedi’nin beyanlarından takip edecek olursak, karşımıza şu ayet çıkmaktadır;” Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri dönerse (irtidat eder), Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmeti) geniş olandır, bilendir.”(Maide, 54).
Ayette geçen dinden dönme(irtidat) fiilini çoğu tefsir âlimi, inanç değiştirip gayr-i Müslim olmak olarak değil de, dinin emirleri hususunda yapılması gereken işlerde ihmal ve gevşeklik gösterme olarak beyan buyurmuşlardır. Yani müminler, söylemleri ile değil, fiilleri ile dini yaşarlarsa hakiki manada dine sahip çıkmış olurlar, aksi durumda ise Adil-i Mutlak, sahip çıkılmayan dinin hizmetçilik payesini o topluluktan almaktadır.
 Selçuklular, yaşadıkları Moğol istilası neticesinde çöküş dönemine girmiş ve çok fazla zaman geçmeden de yıkılmışlardır. Kadir-i Zülcelâl, dinine sahip çıkıldığı sürece aziz kıldığı insanları, bu işte gevşeklik göstermeleri neticesinde Moğol eliyle zıllete düçar ediyordu.
Diğer yandan, Selçuklular'ın son döneminde zuhur etmiş Hakk dostları ve gönül erleri dikkati çekmektedir. Onların arasında Mevlana Celaleddin(1207-1273), Hacı Bektaş-i Veli(1208-1271), Yunus Emre(1238-1321), Şeyh Edebali(?-1325), Nasrettin Hoca(1208-1284) bizim bilebildiklerimiz. Safi kalpleri ile ilhama açık bu Hakk dostları her biri bulundukları yerlerde insan topluluklarını etrafında toplayıp, Anadolu’nun birliğini sağlamaya vesile oluyorlardı. Devletin yıkılış sürecine girdiği dönemde bu faaliyetin ne kadar önemli ve hayati olduğu düşünüldüğünde ismini saydığımız gönül erlerinin büyüklüğü de idrak edilmiş olunur.  
Dönemin ağır hadiseleri içinde ezilmiş ve bunalmış insanlar, başta ümitsizlik adına yaşadıkları bütün kötülükleri tadil edebilecekleri atmosferlere ihtiyaç duymakta ve ruhlara ferahlık veren solukların ümit ikliminde yerlerini almaktaydılar.     
İsmini saydığımız Hakk dostları ve gönül erlerinin insanlara ümit aşılamaktan sonra yaptığı vazife ise din-i İslamı omuzlarında bayraklaştıracak bir nesl-i cedid yetişmesine zemin hazırlamaktı. Her birinin Anadolu’da tuttukları köşe başlarında yaptığı bu ulvi vazifeyi Nasrettin Hoca’ya atfedilen fıkra özetlemektedir.
Artık herkesçe meşhur olayda, Nasreddin Hoca göle maya çalmaktadır. Oradan geçenler kendisine ne yaptığını sorduğunda, “göle maya çaldığını” söylemiş. Cevabı duyunca şaşıranlar, “göl maya tutar mı?” diye sorduklarında, Nasrettin hoca ümitsizlik içinde inim inim ve atalete saplanmış topluluklara ümit ve kurtuluş kıvılcımı veren o cevabı vermiş; “Ya tutarsa
Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-i Veli’nin, Şeyh Edebali’nin ve onlarcasının azmettiği işi temsili şekilde ifade eden Nasreddin Hoca, elindeki son sermayesi diyebileceğimiz kırık çanağındaki bir parça yoğurdu hayır yolunda, ümitsizliğe esir olan akılların zincirlerini kırarak Anadolu gölüne çalıyordu, kınayanların ve alaya alanların sözlerine bakmadan. Niyet hayır olunca, Kadir-i Mutlak o niyetin akıbetini de hayır ediyordu. Göl maya tutuyor ve İslamiyet’e belki de sonsuza kadar bayraktarlık yapacak bir millet mahsulünü veriyordu.
   Günümüze baktığımızda, İslamiyet adına pek çok değerlerin alt üst olduğu kurak bir mevsimin, kırık testiden süzülen sularla tekrardan yeşillenme emareleri gösterdiğini müşahede etmekteyiz. Buradan hareketle, biz de Nasrettin Hoca ve muasırlarının yaptığı gibi azmedelim ve değil gölleri, denizleri ve hatta okyanusları mayalama gayretine girişelim. 13. asırda olduğu gibi şu zamanda da alaya alanları, kınayanları -ayette geçen ifadesiyle- emin olduğumuz bu işte, kale bile almayalım ve diyelim ki; “Ya tutarsa.”
Niyetin hayır olduğu böyle bir işte, Rahmeti sonsuzdan ümid ederim ki akıbetini de hayır etsin.