Tarihin,
hadiselerin diliyle kulağımıza fısıldadığı bir takım hakikatler vardır. Yaşanılan
zamanda ve sonrasında yol ve yön tayin etmede birer uyarı levhası sayılabilecek
bu fısıltılar, bazen büyük tehlikelere karşı önlem almak için ihtar
mahiyetindeyken bazen de büyük uyanışlar için nasihat hükmündedir.
Devr-i
daim içindeki hadiseler, bir birinin aynısı olmasa da ortak pek çok yanlar
bulundurması, bu olayları doğru yorumlayabilen insan ve insan toplulukları
adına gün ve geleceklerine tuttukları bir ışık hüviyeti kazanmaktadır.
Hele
bir de bu fikir ve düşünme ameliyesini Kur’an’ın nurefşan yönüyle
birleştirdiğimizde apaydın bir şehrah, nurlu bir yol karşımıza çıkmaktadır. Çünkü
Kur’an, geçmiş hadiseleri anlatırken, konuyu basit hikâyeler olarak ele almaz,
ders ve ibret alması için meseleyi insanın aklına havale eder. Dahası,
anlatılan olayların sebebini ortaya koyar –ki aynı hataya düşülmesin- bulunulan
olumsuz durumdan çıkış yollarını gösterir.
Tarihin
karanlık dehlizlerine doğru çıktığımız seyahatte, karşımıza çokça çıkan tablo,
belli bir zaman bir topluluğun çağa hâkim olması, sonra o hâkimiyeti
kaybetmesidir. Kur’an’ın, “İşte, günleri insanlar arasında döndürür dururuz.”(Al-i
İmran, 140) diyerek haber verdiği bu hakikati İbni Haldun, “Devletler de tıpkı
insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler” yorumuyla, insan toplulukları için ikbal
ve idbarin muvakkat olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.
Pek
çok devletin hüküm sürüp, yerini sonrasında başkalarına bıraktığı gibi Selçuklu
Devleti de bu süreçten geçmiştir. İlk başta İslamiyet’e hizmet duygusunun çok
güçlü olduğu Selçuklular'da, zamanın yıpratıcılığına karşı konulamamış, hizmet
aşk ve şevkinde sönmeler yaşanmıştır. Bir zamanlar Emeviler ve Abbasiler ile
bayraklaştırılan bu duygu belirli bir dönem Selçuklular’la temsil edilmiş ve
nihayette onlar da artık ellerini, taşıdıkları vazifeden gevşetmek suretiyle
Allah’ın fazlıyla sahip oldukları dine hizmet payesini kaybetmişlerdir.
Bu durumu, yine Hâkim-i
Ezeli ve Ebedi’nin beyanlarından takip edecek olursak, karşımıza şu ayet
çıkmaktadır;” Ey iman edenler,
içinizden kim dininden geri dönerse (irtidat eder), Allah (yerine) kendisinin
onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü'minlere karşı alçak gönüllü,
kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının
kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine
verir. Allah (rahmeti) geniş olandır, bilendir.”(Maide, 54).
Ayette geçen dinden
dönme(irtidat) fiilini çoğu tefsir âlimi, inanç değiştirip gayr-i Müslim olmak
olarak değil de, dinin emirleri hususunda yapılması gereken işlerde ihmal ve
gevşeklik gösterme olarak beyan buyurmuşlardır. Yani müminler, söylemleri ile
değil, fiilleri ile dini yaşarlarsa hakiki manada dine sahip çıkmış olurlar,
aksi durumda ise Adil-i Mutlak, sahip çıkılmayan dinin hizmetçilik payesini o
topluluktan almaktadır.
Selçuklular, yaşadıkları Moğol istilası
neticesinde çöküş dönemine girmiş ve çok fazla zaman geçmeden de yıkılmışlardır.
Kadir-i Zülcelâl, dinine sahip çıkıldığı sürece aziz kıldığı insanları, bu işte
gevşeklik göstermeleri neticesinde Moğol eliyle zıllete düçar ediyordu.
Diğer yandan, Selçuklular'ın
son döneminde zuhur etmiş Hakk dostları ve gönül erleri dikkati çekmektedir. Onların
arasında Mevlana Celaleddin(1207-1273), Hacı Bektaş-i Veli(1208-1271), Yunus
Emre(1238-1321), Şeyh Edebali(?-1325), Nasrettin Hoca(1208-1284) bizim bilebildiklerimiz.
Safi kalpleri ile ilhama açık bu Hakk dostları her biri bulundukları yerlerde
insan topluluklarını etrafında toplayıp, Anadolu’nun birliğini sağlamaya vesile
oluyorlardı. Devletin yıkılış sürecine girdiği dönemde bu faaliyetin ne kadar
önemli ve hayati olduğu düşünüldüğünde ismini saydığımız gönül erlerinin
büyüklüğü de idrak edilmiş olunur.
Dönemin ağır hadiseleri
içinde ezilmiş ve bunalmış insanlar, başta ümitsizlik adına yaşadıkları bütün
kötülükleri tadil edebilecekleri atmosferlere ihtiyaç duymakta ve ruhlara ferahlık
veren solukların ümit ikliminde yerlerini almaktaydılar.
İsmini saydığımız Hakk dostları ve gönül erlerinin insanlara ümit aşılamaktan
sonra yaptığı vazife ise din-i İslamı omuzlarında bayraklaştıracak bir nesl-i
cedid yetişmesine zemin hazırlamaktı. Her birinin Anadolu’da tuttukları köşe
başlarında yaptığı bu ulvi vazifeyi Nasrettin Hoca’ya atfedilen fıkra
özetlemektedir.
Artık herkesçe meşhur olayda, Nasreddin Hoca göle maya çalmaktadır. Oradan
geçenler kendisine ne yaptığını sorduğunda, “göle maya çaldığını” söylemiş. Cevabı
duyunca şaşıranlar, “göl maya tutar mı?” diye sorduklarında, Nasrettin hoca
ümitsizlik içinde inim inim ve atalete saplanmış topluluklara ümit ve kurtuluş
kıvılcımı veren o cevabı vermiş; “Ya tutarsa”
Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-i Veli’nin, Şeyh Edebali’nin ve
onlarcasının azmettiği işi temsili şekilde ifade eden Nasreddin Hoca, elindeki
son sermayesi diyebileceğimiz kırık çanağındaki bir parça yoğurdu hayır
yolunda, ümitsizliğe esir olan akılların zincirlerini kırarak Anadolu gölüne
çalıyordu, kınayanların ve alaya alanların sözlerine bakmadan. Niyet hayır
olunca, Kadir-i Mutlak o niyetin akıbetini de hayır ediyordu. Göl maya tutuyor
ve İslamiyet’e belki de sonsuza kadar bayraktarlık yapacak bir millet mahsulünü
veriyordu.
Günümüze
baktığımızda, İslamiyet adına pek çok değerlerin alt üst olduğu kurak bir
mevsimin, kırık testiden süzülen sularla tekrardan yeşillenme emareleri
gösterdiğini müşahede etmekteyiz. Buradan hareketle, biz de Nasrettin Hoca ve muasırlarının yaptığı gibi azmedelim
ve değil gölleri, denizleri ve hatta okyanusları mayalama gayretine girişelim. 13.
asırda olduğu gibi şu zamanda da alaya alanları, kınayanları -ayette geçen
ifadesiyle- emin olduğumuz bu işte, kale bile almayalım ve diyelim ki; “Ya
tutarsa.”
Niyetin hayır olduğu böyle bir işte, Rahmeti sonsuzdan ümid ederim ki akıbetini de hayır etsin.
Niyetin hayır olduğu böyle bir işte, Rahmeti sonsuzdan ümid ederim ki akıbetini de hayır etsin.