29 Aralık 2013 Pazar

TAHT-I REVANDAN FIRLATILAN İNSANLAR

      Sessiz ve sakin ortamlarda kaldığım bazı zamanlarda çocukluk yıllarıma gider ve hayatımın en güzel günleriyle içimi ferahlatırım. Oyunlar, arkadaşlıklar ve yaşanılan daha pek çok güzel anlar yönüyle pek çok insanın yaşayamayacağı bir çocukluk dönemini yaşamış olma ayrıcalığının keyfini yaşıyorum.
                O günlerde çok defa üzerine çıkıp oynadığımız, pek çok çocuğun da bildiği taht-ı revan vardır. Ne zaman aklıma gelse bana hep hayatın durumunu anımsatır. İnsan da hayat içerisinde bir aşağı iner, bir yukarı çıkar ve çoğu zaman da bu ahenk içinde olur. Aşağı inen insan sabır gösterip dişini sıkarsa belirli süre sonra yavaş yavaş yukarı doğru yükselir ve yukarı çıkan da kendisini tam oraya ait sandığı anda yavaş yavaş aşağı doğru inmeye başlar. İşte her iki noktadaki hali insanın ahlakı hakkında bilgiler verir.  
                Fakat taht-ı revan bugünlerde bana yukarıdaki garip fikirden başka bir ilham verdi; yere çakılan ve fırlayan insanlar. Eğer taht-ı revanın bir ucuna oturan bir kişi, bir anda oradan atlarsa diğer uçtaki kişi çok hızlı bir şekilde yere çakılır ve zarar görür. Eğer taht-ı revanın bir ucuna biri yerleştiğinde ve diğer ucuna aniden ondan çok daha ağır biri yerleştirildiğinde, tıpkı bir mancınık sistemi gibi hafif olan kişi yükseklere fırlar ve kısa bir süre sonra yine yere çakılır. İkinci yerle bir olma birincisinden daha şiddetli ve daha zararlı olur.
                Bu iki teorik bilgiden birincisinin pratiğini çok rahat gözlemleyebiliriz fakat ikincisi daha çok sirk gösterilerinde ve özel şovlarda karşımıza çıkar. Konuyu insan davranışlarına devşirip biraz soyutlaştırmak gerekirse karşımıza yukarıda saydığımız iki kötü durum kadar belki daha zararlı bir tablo çıkmaktadır.
                İnsan ilişkileri Dünya’nın şu felaket mevsiminde maalesef menfaat odaklı olduğu için, hal, tavır ve sözler de bu çerçevede ortaya konuyor. İnsanların her bir fiili direkt karakteri olarak söylenir olmuş, insanın hataya açık ve hataya yapabilir bir varlık olduğunu unutarak. Güzel bir söz var; “insan, nisyana müptela.” Nisyana müptela bir insanın ise her zaman hataya açık olduğunu unutmamak gerekir. Bu konuda Kur’an’ın üslubu ise bizlere edep timsalidir. Kehf suresinde geçen Hz. Hızır ve Hz. Musa’nın yolculuğunda yapılan “zahiri” fena işlere karşı Hz. Musa’nın tavrı “sen ne fena bir iş yaptın.”(Kehf, 71. ve 74. ayet) olmuştur. Bir fiili bütün bir ahlaka teşmil edip, genelleyip “sen ne kötü bir adamsın.” denmemiştir.  
Diğer yandan Fahr-i Kâinat Efendimiz(s.a.v.) şöyle buyurmaktadır; “Sevdiğin kişiyi ölçülü sev, gün gelir düşmanın olur. Yerdiğin, düşman olarak gördüğün kişiye de ölçülü kız gün gelir dostun olur.”(Tirmizi, Birr ve Sıla, 60) Demek ki, pek çok konuda olduğu gibi insan ilişkilerinde de itidal ve dengeli davranma esastır. Bir insan bir söz veya fiili ile iyi olmadığı gibi, aynı şartlarda kötü biri olarak da vasıflandırılamaz.(akaidi meseleler hariç)
İnsanların birbirlerine karşı tavırlarına gelince, menfaat ve pragmatizm ekseninde gelişen ilişkilerde kişiye menfaati dokunan bir işi yapan iyi, menfaate aykırı iş yapan kötü diyerek hakikat terazisinin dengesini bozabiliyoruz.
İnsanı yaptığı iyi bir işten dolayı bir anda havalara çıkarmak ve yüksek bir paye, makam vermek –hele de iradi olarak zayıfsa (hafifse)- o kişinin geleceği adına felaketin başlangıcıdır çünkü bir anda göğe çıkaran “dengesizlik” bir anda yer ile yeksan edebilir. Böyle yerle bir oluşta insan, önceki konumunu da koruyamaz.
Yapılan kötü bir işten dolayı yerilen, kötülenen ve “kötü”  denen insan ise yalnızlaştırılıp, kendiyle baş başa bırakılabilir. Ve böyle bir durum o kişiyi menfi diğer saldırılara ve iç tuzaklara (bunalım gibi) hedef haline getirebilir. Tanıdığımız veya tanımadığımız bir insan düştüğünde, sürçtüğünde, hata yaptığında insan olarak yapılması gereken şefkat ve merhametle elinden tutup kaldırmaktır. Çünkü Âlemlerin Efendisi, yüreği şefkatle dopdolu o Zat(s.a.v); “Her insan hata yapabilir, hata yapanların en hayırlısı ise çokça tövbe edendir ”(Tirmizi, Kıyamet, 49/2499; İbn-i Mace, Zühd,30) buyurmaktadır. İnsanları dil taht-ı revanından yere düşürmek ve fırlatmak yerine dengeli bakış, düşünce ve söylemle oldukları konumlarında kabul edip iyiliklerine çalışmamız daha ahlaki bir tavır gibi görünmektedir.





24 Aralık 2013 Salı

BARIŞ VE KARDEŞLİK ADINA MÜTEVAZİ BİR ÖNERİ


    Yaşanılan bugünkü dünyaya baktığımız zaman, insanlığın “barış ve kardeşliğe” ekmek-su gibi muhtaç olduğunu söylemek çok zor değil. Bununla beraber bu iki kavram yıllarca rafta durup, ara sıra ele alınıp muhtevasına bakılmadan öylece yerine konan eski kitaplar gibi durmaktadır. Dışı olabildiğince yıpratılmış fakat içeriği hakkında çok fazla fikre sahip olunmayan barış ve kardeşlik kitaplarının etraflıca ele alınıp, üzerine fikir sancıları çekilip, özünden alınan ilhamlarla insanlığa çareler sunulması bir nebze olsun dünya üzerindeki huzursuzluk ve kavgaların çözümü için başlangıç olabilir.
                Ziya Paşa, terkib-i bendinin birinde şöyle der, 
                 Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî
                 Her merhem her yâreye derman mı sanırsın.” 
             Demek oluyor ki, her hastalığın ne olduğunu bil, sonra tedaviye başla. Her merhemi her yaraya derman olur mu sandın. Ziya paşa’nın dediği, yıllarca yapılmasına rağmen, yani herkesin barış istediği, kardeşlikten dem vurduğu bir dünyada hatta “Nobel Barış Ödülü” ile de barış ve kardeşliği temin için ortaya konan gayretler teşvik edildiği halde külli bir barış ve kardeşlik anlayışı dünya üzerinde maalesef hâkim değildir. Peki neden?
                Bu soruyu kendime sorduğumda karşıma iki seçenek çıkıyor. Birincisi; daha başta hastalığın teşhisi adına yapılan saptamalar, sağlıklı değildi. Yani, hastalığın kaynağı tam olarak bilinemedi ve neticesinde ortaya konan tedavi yöntemleri çare olmadı. İkincisi ise; barış ve kardeşlik tesis etmeye çalışanlar samimi şekilde bu işe girişmediler.
                Benim aklıma gelen varsayımlar gibi daha pek çok ihtimal ve varsayım bu konu üzerine kafa yoran kişilerin de aklına gelebilir. Onların da bu konuda tahmin, varsayım ve çözüm önerileri olabilir. İşte böyle kişilerden olan, Dr. Jill Carroll, bana ilham veren düşüncelerini anlatırken bir üçüncü seçeneği önüme koyuyordu.
                Dr. Jill Carroll, 2009 yılında Amerika’da düzenlenen konferansta sözlerine şöyle başlamıştı; Sonu yıkım olan bir çıkmaza inanmıyorum. Sözde kaçınılmaz medeniyetler çatışmasına inanmıyorum. Bu sözler, dünya üzerinde yaşayan pek az bir topluluğun düşüncesi olarak gelmişti bana. Çünkü bu sözleri duyduğumda aklıma hemen en basit sorulardan biri geldi, “nasıl olacak bu?” Dahası konuşan hanımefendi neye güvenerek bu kadar emin konuşuyordu?
                Aklıma gelen bu iki sorunun cevabını çok beklemeyecektim. Çünkü konuşma şöyle devam edecekti; Ben geleceğin içinde bulunduğumuz anda şekilleneceğine inanıyorum.  Biz kendimizi neye adarsak ve neyi yapmayı seçersek o bizim geleceğimiz olur. Dün öyleydi, bugün de öyle, yarın da öyle olacak.” Dr. Carroll’un konuşması insanlığın barış ve kardeşliğe kavuşması konusunda içimde yeni umutlar yeşermesine vesile olmuştu. Geçen sürede bu ümit katlanarak devam etti.
                Ne zaman barış ve kardeşlik konulu bir sohbette bulunsam veya bir şekilde konuşma bu iki kavrama gelse bazı kişiler dünyanın bulunduğu durumdan gün geçtikçe daha beter bir hal alacağı fikrini taassup derecesinde dile getirmektedirler. Fakat dikkatimi çeken bir nokta var, dünya barışı ve kardeşliğinin sağlanmasını imkânsız derecesinde zor görenler genellikle bu iki konuda hiçbir gayreti olmayanlardır. Bu tür konuşmaları biraz gözlemleyerek bu hakikat net bir şekilde görülebilir.
                Yaşanılan dünyada kötü senaryolar üretmek yerine bir İngiliz atasözü gereğince, karanlığa sövmek yerine, kişisel sorumluluk bilinciyle bir mum yakmak birey adına başlangıç olabilir. Çünkü toplumun belirli bir yere hareketi ancak fertlerin hareketi ile olmaktadır.
                Mevzuu somutlaştırmak gerekirse, insan yeryüzündeki problemlerin kaynağı olarak insandaki duygu ve düşünceleri görmesi barış ve kardeşliğin temin ve tesisi adına bir başlangıç olabilir. Bu noktada ise vicdan faktörü devreye sokulup, çalıştırılırsa önemli mertebeler kat edilebilir.
                Bu noktadan sonra ise karşımıza çıkacak olan şey, barış ve kardeşliğe engel olan faktörler nelerdir? Yukarıdaki problemin kaynağı insanın duygu ve düşünceleridir ön kabulünden yola çıkacak olursak, barış ve kardeşliği temin açısından önemli bir konumda olan vidanı örten, perdeleyen duygu, düşünce ve fillerin kıskançlık, çekememe(hased) ve başkasının sahip olduklarına göz dikme etrafında toplandığı görülmektedir. Daha bunlar gibi pek çok menfi düşünce de söz konusu fillerden beslenmektedir.
                Dünyanın ilk kardeş kavgası Habil ve Kabil’in hikâyesini hatırlayacak olursak, orada işlenen öldürme fiiline kadar kafada dönüp duran ve yer yer kendisini küçük fillerle meydana çıkaran duygu ve düşünceler de yine kıskançlık, çekememe(hased) ve bunlar neticesinde başkasının sahip olduklarına göz dikmedir.
                Küçük çapta değerlendirme olan bu yazı, barış ve kardeşlik temini adına çok şey vaad etmiyor belki fakat bir başlangıç noktası sunma açısında bireysel anlamda yararı olabilir. Vicdan endeksli ve kontrollü iç muhasebe açısından adı geçen üç duygu ve düşünce eğer ferdi planda ıslah edilebilirse öyle ümid ediyorum ki, bir kişinin salih düşünce ve fiili samimiyeti ölçüsünde etrafındaki insanları etkileyebilir ve o salih duygu ve düşünce insan gruplarının, topluluklarının ve hatta insanlığın büyük bir kısmının duygu ve düşüncesi haline gelecektir. Kabul etmek gerekir ki bu iş zordur fakat gayreti müspet yönde olanların artması ile yakın bir gelecekte barış ve kardeşliğin sağlanması hayalî bir fikir olmaktan çıkacaktır. Çünkü yarınları inşa edecek olan, bugünkü insanların gayreti olacaktır.
                Habil ile Kabil, Hz Âdem(as)’in çocukları idi, biri kardeşlik ve barışı seçti, diğeri kavga ve düşmanlığı, unutmayalım ki, bizler de Hz Âdem(as)’in çocuklarıyız ve Habil veya Kabil olmak biraz da bizim elimizde.

15 Aralık 2013 Pazar

YENİ BİR SIFFIN YAŞANMASIN...

"Hz Muaviye bir buluttur ondan bana rahmet yağar, Hz Ali de bir buluttur ondan da bana rahmet yağar. Ben yerdeki bir kişi olarak hangi bulutun daha yüksekte olduğunu bilemem” Ömer bin Abdülaziz

Gelin yıllar öncesine gidelim, Sıffın Savaşı’na,
Hz. Osman efendimizin şehadeti ile başlayan bir tartışma vardı. Hz Muaviye efendimiz, Hz Osman efendimizin şehadetine sebep olan olaylar neticesinde bütün isyancı grubun cezalandırılmasını istemektedir. Hz Ali efendimiz ise,  ferdin hukukunun hiçbir sebeple başka şeye feda edilemeyeceğini söylemiştir.
İslam alimleri bu olayı yorumlarken adalet-i izafi ve adalet-i mahza terimlerini kullanmışlardır. Peki nedir bu iki terimden kast edilen?
Adalet-i izafi, yukarıda anlattığımız olayda Hz Muaviye’nin cinayet şüphesi olan herkes cezalandırılması demesidir. Bu durum genellikle devlet politikalarında caydırıcı bir unsur olarak kullanılan bir yöntemdir. Yani, bir suçu işleyen kişi herhangi bir soy, grup, cemaat, fırka vs gibi şeylere bağlı ise, maslahat görüldüğünde devletin selameti için o kişiyle beraber mensup olduğu topluluklara da ceza verilir veya işlenen suçtan mesul tutulur.
Adalet-i izafi tabirinin uygulamasını Osmanlı Devleti’nde de “devletin bekası için kardeş katli vaciptir” içtihadı ile gözlemlemekteyiz. Bu içtihat ne kadar isabetli, ne kadar doğru bunun tartışmasını ehline havale edelim.
Adalet-i mahza ise, Türkçe karşılık olarak halis, yüzde yüz adalet manalarına gelen bir kavramdır. Hz Ali efendimizin “hak haktır, ferdin hukuku hiçbir şeye feda edilemez.” Sözyle temsil edilmektedir. Bir kişinin işlemiş olduğu bir suçtan dolayı, hukuk önünde anne, baba, kardeş, çocuk, akraba vb gibi hiç kimse mesul değildir. Kuran-ı Kerim ise bu durumu şöyle anlatmaktıdır; “ve lâ teziru vâziretun vizra uhrâ(zümer-7) “hiç kimse başkasının günah yükünü çekmez” bu sebepten işlenen bir kusur, hata, günah, yanlış ne derseniz deyin bunlardan dolayı başka hiç kimse sorumlu tutulup yargılanamaz. Dahası bir kişiye şüpheye bina edilen bir müeyyide de uygulanamaz. Yani bir kişiye, cinayet işleme imkanı şüphesiyle katil muamelesi gösterilemez.
İşte bu iki büyük sahabi efendimizin bir konuda ortaya koyduğu farklı içtihatlar, gözünü açıp İslamiyet’e nasıl zarar verebiliriz diye fırsat kollayanlar tarafından kullanılmış ve pek çok insanın hayatına mal olacak bir kavganın vuku bulmasına sebebiyet vermişlerdir.
Yaşanan hadiseleri günümüze göre yorumlayacak olursak, devletçi anlayışa sahip veya bu düşünceyi savunmak zorunda kalanlar ile hakkı temsili kendilerine şiar edinmiş insanlar arasında Hz Ali efendimiz ile Hz Muaviye efendimiz arasında yaşanan hadiseye benzer bir içtihat meselesi yaşanmaktadır.
Devletin hal-i hazırdaki durumunu koruma adına devlet, kişi veya toplulukların hakkını göz ardı edip, bunun aksine bir uygulama yapabilir. Bu konuda devletçi düşüncede olanlar adına söylenecek pek bir şey yoktur. Fakat diğer tarafta bir kısım hakları devletin organları tarafından kısıtlanan insanların tutumu ne olmalıdır, işte burada biraz kafa yormak gerekecektir. Fakat en kaba tabirle iki yolları var gibi görünüyor; birincisi, devletin bekası için haklarından feragat edecekler, ikincisi, “hakkın hatırı alidir, hiçbir hakka feda edilemez” düsturunu yine hak yolla temsil etmeye devam edecekler.
Böyle bir durumda ortaya çıkan bir takım sorular da yok değil. Mesela, bir meselenin devletin bekasına, yararına etkisi nedir ve ne ölçüdedir? Bunu belirleyen kim veya kimlerdir? Yapılan uygulama hakkında, devlet ne kadar bilgi sahibidir ve yapmış olduğu araştırma var mıdır, varsa sonuçları ne demektedir? Ve en nihayetinde yalpan uygulamalar nerelere kadar uzanacak ve devam edecektir?
Madalyonun diğer yüzünde ise şu göze çarpmaktadır. Toplumda pek çok insanı ilgilendiren bir durumda hakkı savunamama, sonrasında ne tür samimiyetsizliklere sebebiyet verecektir bilinmez. Hakkı ve hakikati temsil edenler Mehmet Akif’in deyimiyle “kesilse de çekilmeye gelmeyecek boyunlara” sahip olmalıdırlar. Çünkü aksi bir tavır en başta Hakk’a karşı saygısızlıktır.  
Tarihin yine karanlık bir koya demirlediği şu günlerde birileri Hz Muaviye efendimizin içtihadı gereğince, birileri de Hz Ali efendimizin içtihadı gereğince amel etmeye çalışmaktadır belki. Ama asıl mesele ondan sonra başlamaktadır. Her iki tarafta savunduğu düşünceyi doğru biçimde ve günahlara bulaşmadan temsil etme zorunluluğundadır. Günah bir boşluktur ve böylesi durumda o boşlukları doldurup, yeni bir Sıffın’e sebebiyet vermek isteyenler gözü açık beklemektedirler. 

31 Ağustos 2013 Cumartesi

MEZC-İ VAV

Zamanın, bahar diyarlarını gezmeye başladığı güneşli günlerde insanların yeni mekanlara, yeni manzaralara aşina olmak için bazen şehiriçi bazen şehirdışı hatta yurtdışı gezilerine çıkma gibi bir istek peyda olur içinde. İnsan ruhunun feraha ermesine, rahatlamasına vesile bu tür faaliyetlerin yararı şüphesiz tartışılmaz. İnsan gezdikçe öğrenir, öğrendikçe ise cehaleti artar ve “kim bilir daha öğrenmediğimiz ne güzellikler var” diye iç geçirir.
Serhat şehri edirneye yaptığım gezide şahsen, bende gizli bir hazineyi keşfetmiş hissi uyandı. Evet, edirne deyince akla hemen selimiye gelecektir. Fakat şunu belirtmek isterim ki, selimiye oradaki sanat kültürünün zirve noktasıdır. Nitekim büyüklüğü bizce idrak üstü olan muhteşem dönemin muhteşem mimarı merhum sinan da selimiyeyi ustalık eseri olarak vasıflandırıyor.
Edirnenin farkında olmadığımız onlarca doğal ve tarihi güzelliklerini meraklılarına havale edip, onların içinden bir tanesine yoğunlaşacağım: eski cami.
Edirnenin eski şehir yerleşmesinin merkezinde sayılabilecek bir konumda olan eski camiin yapımı 1400’lü yılların hemen başlarına tekabül eder. Dışarıdan mütevazi bir görüntüye sahip olan cami, içerisine girdiğinizde sanat müzesine girmiş hissi uyandırıyor insanda. Bakışlarınızı nereye çevirseniz farklı bir hat ile duvarlara nakşedilmiş yazılar karşınıza çıkıyor. Ayetler, hadisler, isimler ve semboller yıllar boyu duvarlarda arz-ı endam etmekte ve insan ruhuna estetik tesirler bırakmaktadır. Hele bir de o yazıları bir bilen eşliğinde okumak dimağlara kalıcı ve doyurucu kültür mirası emanet ediyor.
Her birini burada anlatmak, dahası cami içerisindeki anlam yüklü her bir nesneyi tanıtmak kitapçık hacminde eser ortaya çıkmasına vesile olacağından, bu işi başka bir zamana havale edip, cami içerisinde bulunan bir sembolden bahsedeceğim.
Nazarlarınızı cami girişinin sağ duvarına yönelttiğinizde sütunların arkasında iki “vav” harfinin birbiri içine geçmiş halinin, hatla duvarda ölümsüzleştirildiğini göreceksinizdir. Okuduğum divan şiirlerinde ve edebiyat hikayelerinde “vav” harfi ile alakalı malumat kırıntılarına aşina olduğumdan bu sembol dikkatimi çekti. Bursa ulu camiinde de mihrabın sağında karşıma çıkan vav harfi edirne eski camiinde iki tane olarak karşımda durmakta idi. Osmanlı tasavvuf kültüründe vav harfi ile alakalı pek çok sembolik ifade olduğundan, bu sembolün de bir manası olmasını gerektiğini düşündüm fakat diğer malumattan biraz farklı olması gerekirdi. Tek vav harfinin hangi manalara geldiğini bilenler ne demek istediğimi anlamışlardır.
Karşımda duran iki vav harfinin manasına yüzeysel bir vukufiyet edindiğimde ise osmanlıya ait imaretlerde ve hasseten camilerde tarihe tanıklık yapıldığına olan inancımı tazeledim. Çünkü bursadan başlayıp edirnede devam eden vav hikayesi, Osmanlının yaşamış olduğu iki döneme ait derin izler barındırıyordu içinde.
  Karşımda duran tablo Osmanlı devlet-i aliyesinin hangi temeller üzerinde yükseldiğini de gösteriyordu aslında; vakıf ve valide. Bir vav vakıf, bir vav valideyi temsilen yazılmış ve bir dönem her şeyi camiden öğrenen bir topluma sürekli bu iki değeri hatırlatmıştır. Peki vakıf ve valide neden bu kadar değerli?
Valide kavramından başlayacak olursak, bir insan düşünün ki daha rahme düştüğü andan ölümüne kadar pek çok şeye muhtaçtır. Ve bu ihtiyaçlarının büyük bir çoğunluğu öyle bir insan tarafından karşılansın ki, yemesin yedirsin, giymesin giydirsin, uykularını bölsün, kendisinden önce yavrusunu düşünsün. Hasta olduğunda veya başına fenalık geldiğinde ilk ve daha fazla onun canı yansın. Dahası bütün bunları yaptıktan sonra bunları hatırlayıp, hatırlatıp da başa kakmasın. İşte rahmet yönüyle kahramanlaşan bu insana biz valide diyoruz. Valideyi verdiğimiz birkaç yüzeysel örnekle anlatmak tabi ki mümkün değil. Daha akla gelen gelmeyen pek çok özelliğinin yanında Allah nezdindeki yeri itibariyle de çok mümtaz ve ulaşılmaz kıymete sahiptirler. Valide, Allah hakkından sonraki üç hakkın kendisinin oluşu, başında cehennemden kurtuluş, ayağının altında cennet olması itibariyle adeta efsaneleşen bir kimliğe bürünmektedir. Öyle ki eli değil ayağı öpülesi, baş tacı edilesi kahramanlardır.
Vakıf kavramına gelecek olursak, hamuru islam mayası ile yoğrulmuş topluluk olan Osmanlı devlet-i aliyesinde bugünkü sosyal devlet hizmetlerinin hemen hepsini karşılayan kurum olarak karşımıza vakıf sistemi çıkmaktadır. Toplumdaki bütün hayır işlerine öncülük ettiği gibi bunları idame ettiren de yine bu kurumdur. Okul, yol, çeşme, köprü, kervansaray, medrese, cami vb. pek çok müessese imar edildiği gibi, fakirlere, acizlere, hastalara, yaşlılara, öğrencilere ve daha pek çok insana bu kurum kol kanat germekteydi. Hatta şehirdeki yolların temizliğine varıncaya kadar bu kurum hayatın içerisindeydi. Halk, herhangi bir derdi olduğunda çocuğun annesine koşması gibi vakıf kurumuna müracaat eder veya müracaat etmesine gerek bile kalmadan bu kurumlarca sıkıntısı giderilirdi.
Osmanlı devlet-i aliyesinin son zamanlarına kadar bile bu kurum faaliyetlerini sürdürmüş ve fonksiyonunu eda etmiştir. Anne şefkatiyle topluma kucak açıp, her derdiyle ilgilenmiş ve bunları yine bir anne karakteri ortaya koyarcasına karşılıksız yapmıştır.

Özetle şunu diyebiliriz belki de, bir çocuk için anne ne ise, bir toplum için de vakıf odur. Annesiz çocuk, nasıl acınası perişan bir halde olacaksa, vakıf kurumuna veya bu kurumun bir benzerine sahip olmayan toplum sefaletle sürüm sürüm ve zavallı bir hale gelmiş olacaktır ve olmuştur. Osmanlı toplumu ise ilhamını islamdan almış olarak bu iki değere sahip çıkma ve bu sahip çıkma gayretini sürekli hatırda tutma adına başşehirlerinin en merkezi camiinin duvarına “vav çatışkısı”nı işlemişlerdir. Sanatın hikmetle bu denli iç içe olması karşısında hayranlık duymamak elde mi?     

7 Mayıs 2013 Salı

DİNDARLIK VE GÖRSEL SANATLAR


Yıllarca toplum içerisinde bir görüş ve düşünce vardı. Batı yaşantısının tesirinde kalarak oluşmuş bu düşünce, tesirini hala eskisi kadar şiddetli olmasa da yer yer gösteriyor. Belirli kafalarda hükmünü sürmekte olan bu düşünce en sade ifadesiyle, “dindar kimse sanat yapamaz.”dır.

Çoğu zaman yapılan araştırma ve anketlerde mütedeyyin kesimin daha dün denebilecek bir tarihe kadar sanatla çok da alakasının olmadığı sonucu ortaya konuluyordu. Resim, tiyatro, sinema, konser gibi faaliyetlerin yapıldığı mekânlara dindar insan uğramaz, oralarda işi olmaz kanısı bugünlere kadar gelmiş durumda. Peki, neden böyle bir algı var, dindar olmak sanata mesafeli durmayı mı gerektiriyor? Dindar ve mütedeyyin kesim neden bir tiyatro veya sinema eserini izlemeye gitmiyor, gidemiyor?

                Bu sorulara çok uzun ve çeşitli cevaplar bulunabilir elbette. Ekonomik sebep deyin, cahillik deyin, alışık olunmayan bir durum deyin veya inancın bir gereği olarak şüpheli hatta günah kabul edildiği denilebilir. Fakat farklı bir zaviyeden bakıldığı zaman yukarıda söylenen sebeplerin tali sebepler olduğu görülebilir.

                Yıllardır topluma sorulan bir soru vardı; “bu millet neden kitap okumuyor?” Fakat bu soruya cevap niteliğinde başka bir soru sorulmaya başlandı şimdilerde; “okunmaya değer ne kadar kitap yazıldı ki?” son on beş yıldır okunası kitaplar çıkmaya başlayıp bu açığı kapattılar ve toplum tekrar okuma seferberliğine girişti diyebiliriz. Bünyeye uymayan yabancı veya alışık olunmayan bir madde nasıl ki belli süre sonra vücut dışına atılıyorsa, bizim değerlerimize ait olmayan şeyleri anlatan kitaplar da aynı akıbetle okunmuyor ve dikkat çekmiyor. Alplerde geçen bir çoban hikâyesinin veya Fransa’nın dar sokaklarında konu edinilen sarhoş hikâyelerinin bizim insanımıza katabileceği çok fazla bir şey yok. Okuyucu kendine ait izler göremediği yazıları ise okurken sıkılır ve okuma hususunda devamlılık gösteremez.

                İşte tıpkı okuma hususunda olduğu gibi estetik duygusunun sistemli dışa vurumu olan sanatta da durum aynen böyledir. Ataları sanatı hayatın her ünitesine hem de yıllarca sürecek bir etkiyle nakşederken ve onu hep daha ileriye götürmüşken, onların evlatlarının estetik duygusu ve sanata olan kabiliyetten nasipsiz olması izah edilesi bir durum değildir.

                Anadolu insanı çok fazla hırpalanmış olsa da manevi değerlerine sahip çıkmaya çalışmış ve bunu büyük ölçüde başarmıştır. Yaşadığı, gözlemlediği olayları bu değerlere göre ölçüp biçmiş ve ona göre bir tavır almış. Şimdi düşünün ki, tiyatroda o manevi değerlere aykırı sahneler canlandırılıyor, beyaz perdelerde aykırı görüntüler izletiliyor ve konserlerde çok da bir şey anlatmayan ifadelerin müzikle birleştirilmiş gürültüsü dinletiliyor. Sinesinde kendi öz değerlerini barındıran bir insan elbette bu tür faaliyetlere tavır alacaktır. Çünkü ne anlatılan şey kendisine uygun ne de anlatılma biçimi.

                Toplumda darb-ı mesel haline gelmiş fıkhi bir hüküm vardır; “batılı tasvir saf zihinleri bulandırır.” Batıl, hak olmayan, doğru olmayan şey demektir. Bir dönemin görsel ve işitsel sanatlarına mercek tuttuğumuzda mütedeyyin insanların inançlarına ters şeylerin(yani batıl) her yeri sardığını müşahede etmekteyiz. Daha vahimi bu menfi şeyler anlatılırken kullanılan menfi üslup musibeti ziyadeleştiriyordu. Bu ise insanların sanatsal faaliyetlerle arasındaki mesafeyi arttırıyordu.

                Önceki yıllarda, bu durumun farkına varan ve dindar insanlara hitap edecek filmler çekmeye başlayan insanların karşılaştığı durum ise tam bir trajedidir. Çünkü bin bir emekle beyaz perdeye taşıdıkları hikâyeleri belirli bir kesim tarafından yok sayılıp göz ardı edilmekteydi. Buna en büyük örnek sayın Hekimoğlu İsmail’in yazdığı “Minyeli Abdullah” filmidir. Yüzbinlerce kişinin izlediği film, o zamanın medyasında kendisine yer bulamaz. 1990 yapımı olan bu filmi mütedeyyin insanların sahiplendiğini çok rahat görebilmekteyiz hâlbuki. Buradan da anlaşıldığı üzere dindar insanlar doğrudan tiyatro, sinema veya konsere karşı değiller. Yeter ki kendilerine ait değerleri izledikleri ve dinledikleri şeylerde bulabilsinler.

                Örneklerle somutlaştıracak olursak, “çağrı” filmini bu insanlar defalarca izliyor, Çanakkale savaşını konu alan tiyatro eserine bu insanlar büyük bir aşk ve şevkle gidiyorlar, yine sema gösterisini büyük bir vecd içinde izliyorlar, tasavvuf ve Türk sanat müziği konserini büyük bir keyifle takip ediyorlar. Neden? Çünkü kendilerine ait değerlerin izlerini taşıyor onlar.

                Şu andaki mütedeyyin insanlar, kafalarındaki görsel sanata karşı olan önyargıyı büyük ölçüde attılar ve kendilerine ait değerleri görsel sanatları kullanarak anlatma yolunda cesaretlendiler. Önümüzdeki günlerde bu tür faaliyetleri daha çok göreceğimize dair bir umudum var benim. Çünkü görsel sanatlar konusundaki öğrenilmiş çaresizliğimizi çoktan gerilerde bırakmaya başladık.
                Ortaya konan ilk eserler bir yanları itibariyle eksik, amatörce ve istenilen kıvamdan uzak olsalar da verimliliğin devamı için onlara sahip çıkmak gerektiğine inanıyorum. Yazılacak, okunacak, izlenecek o kadar çok hikâyemiz var ki…  

17 Şubat 2013 Pazar

MAĞAZA VİTRİNLERİ VE GİYİNDİRME SANATI ÜZERİNE


             İstanbul’un soğuk günlerinden birinde bindiğim otobüsün kalabalık olmasından dolayı dışarıya hâkim olan soğuğu hissetmeden yolculuğuma devam ediyordum. Bir zaman sonra ortamın bunaltan halinden kendimi kurtarabilmek için nazarımı sokaklardaki yan yana dizilmiş mağazalara yönelttim. İnsanların birinden çıkıp diğerine girdiği mağazaları teker teker çok da önemsemeden seyre dalmıştım. Fakat keşmekeşe benzeyen bu hal içimde ayrı bir sıkıntıya sebep olmuştu. Hatta bazı giyim mağazalarının vitrinlerinde karşılaştığım manzara gayr-i ihtiyari beni sinirlendirdi diyebilirim.

                Bir ara giyinme sanatı başlıklı bir yazı okuduğumu hatırlıyorum, kim yazmıştı, neler anlatıyordu çok fazla anımsayamayacağım belki ama aklımda kalan ve o yazıyı özetler mahiyette olan cümle şuydu; “bedenin belirli yerlerine giysiler asmak giyinmek demek değildir.” Buradan iltibasla gördüğüm manzaradan dilime akseden çıkarım şu oldu; ”giyindirme sanatı.”

                Yolculuğum sırasında gördüğüm mağaza vitrininde, üzerinde iğreti duran ve dahası ne renk ne de stil uyumu olan giysilerle tezyin ve teşhir edilmeye çalışılan mankenlerdi. Hırkanın gömlek veya bluzla, ceketin pantolonla hiçbir uyum kaygısı akla gelmeden hazırlanmış kompozisyonları çok dikkatli bakmasam bile görüntüleriyle beni rahatsız etmeyi başarmıştı. Bu durum geçmekte olduğum yere veya oradaki birkaç mağazaya hamledilebilir belki ama o gün içerisinde etrafa estetik kaygısıyla baktığımda bunun çok genel bir durum olduğunu gördüm. Bu yaklaşım subjektif bir yaklaşım olmakla birlikte çok kişi bu düşünceme katılmayabilir ve mazeret sadedinde birkaç cümleyle itiraz edebilirler. Fakat benim kendime çıkış noktası olarak gördüğüm bu tespitle anlatmak istediğim şey biraz farklı.

                Her insanın içinde az veya çok estetik duygu ve kabiliyeti olduğuna inanıyorum. Bu duygu ve kabiliyet belirli sanatsal faaliyetlerle geliştirilebilir ve toplumun beğenisine sunulabilen fiili(davranış, tavır vb.) veya görsel eserlere temel teşkil edebilir. İnsanların yetiştiği ortam ise estetik düşüncesinin yönünü belirleyebilmektedir. Bunlara, sanat denince akla gelebilecek pek çok faaliyet örnek verilebilir.

                Mağaza vitrininde gördüğüm, çalışanlar tarafından giydirilmiş mankenler başka bir giyindirme faaliyetini aklıma getirdi; Anneler ve çocukları. Çoğu zaman farklı mekânlarda karşılaşabileceğiniz ufak bir bebek veya çocuğun giyimine dikkat ettiyseniz kıyafetlerinin birbiri ile çok uyumlu olduğunu görebilirsiniz. Bu durumun istisnaları olabilir elbette ama mağaza vitrinlerinde duran mankenlerin giyiminden çok daha başarılı olduğunu söylemek mümkün. Bunun çeşitli sebepleri olabilir, onu siz saygıdeğer okuyucunun irfanına havale edip ben başka bir noktaya değinmek istiyorum yine.

                Yukarıda insanın estetik duygusu üzerine aile ortamının ve çevresinin etkisi olabileceğinden bahsettim. Daha küçük bir çocukken başlayan bu uğraş zamanla daha belirgin ve daha yaptırıma doğru kayan bir hal alabilmektedir bazen, aile ve çevre bakımından. Kişinin artık sadece giyimi değildir çünkü belirlenmeye çalışılan. Arkadaşlıkları, duyguları ve fikirleri ölçülüp biçilip hazırlanmış bir kalıp halinde sunulur insana ve onun bu kalıba girmesi istenir ve hatta zorlanır. Bunu akla veya ruha elbise biçme olarak zihnimizde canlandırabiliriz. Fikri veya ameli olarak hazırlanan kalıp insanlara kimi zaman aile, öğretmen, idareci veya arkadaş tarafından cebren tatbik edilmeye çalışılır. Muhatabın bunu kabul etmemesi durumundan ise hırçın bir tavır sergilenip, husumete doğru kapılar aralanabilmektedir. Bunun neticesinde anlamsız ayrılıklara ve düşmanlıklara sebebiyet verilebilmektedir.

                Çoğu zaman farkında olmadığımız bu akıl, kalp ve ruh giyindirme faaliyeti konusunda hoşgörüsüz ve bencil yaklaşımlar, insanları kendi fikrine uydurma konusundaki hırslı uğraşlar maalesef yarardan çok zararı olan davranışlardır. Hani mağaza veya pazarlarda elinde tuttuğu ürünü müşterisine zorla satmaya çalışan satıcıyı düşünün. Çok rahatsız edici bir durumdur bu değil mi? İşte biz de kendi fikir, duygu ve düşüncelerimizi başkalarına anlatırken, kapılmış olduğumuz hırs ve bencillik fırtınasıyla çevremizdeki insanları rahatsız ediyor olabiliriz.

                Fikirler aklı, duygular ise ruhu ve kalbi tezyin eden birer giysi olarak düşünüldüğünde, bunlara sahip olan kişinin yapacağı şey; kanaatimce, geniş bir hoşgörü mağazası tutup, estetik kaygı güdülerek hazırlanmış vitrinlerde teşhir edilen giysileri, insanlara faydalı olma bilinci ve sorumluluğu taşıyarak insanların beğenilerine sunmaktan ibaret olmalıdır. Ne daha fazlası, ne daha eksiği…      

17.02.2013