Yaşanılan bugünkü dünyaya baktığımız zaman, insanlığın “barış ve
kardeşliğe” ekmek-su gibi muhtaç olduğunu söylemek çok zor değil. Bununla
beraber bu iki kavram yıllarca rafta durup, ara sıra ele alınıp muhtevasına
bakılmadan öylece yerine konan eski kitaplar gibi durmaktadır. Dışı
olabildiğince yıpratılmış fakat içeriği hakkında çok fazla fikre sahip
olunmayan barış ve kardeşlik kitaplarının etraflıca ele alınıp, üzerine fikir
sancıları çekilip, özünden alınan ilhamlarla insanlığa çareler sunulması bir
nebze olsun dünya üzerindeki huzursuzluk ve kavgaların çözümü için başlangıç
olabilir.
Ziya Paşa, terkib-i bendinin birinde şöyle der,
“Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî
Her merhem her yâreye derman mı sanırsın.”
Demek oluyor ki, her hastalığın
ne olduğunu bil, sonra tedaviye başla. Her merhemi her yaraya derman olur mu
sandın. Ziya paşa’nın dediği, yıllarca yapılmasına rağmen, yani herkesin barış
istediği, kardeşlikten dem vurduğu bir dünyada hatta “Nobel Barış Ödülü” ile de
barış ve kardeşliği temin için ortaya konan gayretler teşvik edildiği halde
külli bir barış ve kardeşlik anlayışı dünya üzerinde maalesef hâkim değildir.
Peki neden?
“Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî
Demek oluyor ki, her hastalığın ne olduğunu bil, sonra tedaviye başla. Her merhemi her yaraya derman olur mu sandın. Ziya paşa’nın dediği, yıllarca yapılmasına rağmen, yani herkesin barış istediği, kardeşlikten dem vurduğu bir dünyada hatta “Nobel Barış Ödülü” ile de barış ve kardeşliği temin için ortaya konan gayretler teşvik edildiği halde külli bir barış ve kardeşlik anlayışı dünya üzerinde maalesef hâkim değildir. Peki neden?
Bu soruyu kendime sorduğumda
karşıma iki seçenek çıkıyor. Birincisi; daha başta hastalığın teşhisi adına
yapılan saptamalar, sağlıklı değildi. Yani, hastalığın kaynağı tam olarak
bilinemedi ve neticesinde ortaya konan tedavi yöntemleri çare olmadı. İkincisi ise;
barış ve kardeşlik tesis etmeye çalışanlar samimi şekilde bu işe girişmediler.
Benim aklıma gelen varsayımlar
gibi daha pek çok ihtimal ve varsayım bu konu üzerine kafa yoran kişilerin de
aklına gelebilir. Onların da bu konuda tahmin, varsayım ve çözüm önerileri
olabilir. İşte böyle kişilerden olan, Dr. Jill Carroll, bana ilham veren
düşüncelerini anlatırken bir üçüncü seçeneği önüme koyuyordu.
Dr. Jill Carroll, 2009 yılında
Amerika’da düzenlenen konferansta sözlerine şöyle başlamıştı; “Sonu yıkım olan bir çıkmaza inanmıyorum. Sözde kaçınılmaz
medeniyetler çatışmasına inanmıyorum.” Bu sözler, dünya üzerinde yaşayan pek
az bir topluluğun düşüncesi olarak gelmişti bana. Çünkü bu sözleri duyduğumda
aklıma hemen en basit sorulardan biri geldi, “nasıl olacak bu?” Dahası konuşan
hanımefendi neye güvenerek bu kadar emin konuşuyordu?
Aklıma gelen bu iki sorunun cevabını
çok beklemeyecektim. Çünkü konuşma şöyle devam edecekti; “Ben geleceğin içinde bulunduğumuz anda
şekilleneceğine inanıyorum. Biz
kendimizi neye adarsak ve neyi yapmayı seçersek o bizim geleceğimiz olur. Dün
öyleydi, bugün de öyle, yarın da öyle olacak.” Dr. Carroll’un konuşması
insanlığın barış ve kardeşliğe kavuşması konusunda içimde yeni umutlar
yeşermesine vesile olmuştu. Geçen sürede bu ümit katlanarak devam etti.
Ne zaman barış ve kardeşlik
konulu bir sohbette bulunsam veya bir şekilde konuşma bu iki kavrama gelse bazı
kişiler dünyanın bulunduğu durumdan gün geçtikçe daha beter bir hal alacağı
fikrini taassup derecesinde dile getirmektedirler. Fakat dikkatimi çeken bir
nokta var, dünya barışı ve kardeşliğinin sağlanmasını imkânsız derecesinde zor
görenler genellikle bu iki konuda hiçbir gayreti olmayanlardır. Bu tür
konuşmaları biraz gözlemleyerek bu hakikat net bir şekilde görülebilir.
Yaşanılan dünyada kötü
senaryolar üretmek yerine bir İngiliz atasözü gereğince, karanlığa sövmek
yerine, kişisel sorumluluk bilinciyle bir mum yakmak birey adına başlangıç
olabilir. Çünkü toplumun belirli bir yere hareketi ancak fertlerin hareketi ile
olmaktadır.
Mevzuu somutlaştırmak gerekirse,
insan yeryüzündeki problemlerin kaynağı olarak insandaki duygu ve düşünceleri
görmesi barış ve kardeşliğin temin ve tesisi adına bir başlangıç olabilir. Bu
noktada ise vicdan faktörü devreye sokulup, çalıştırılırsa önemli mertebeler
kat edilebilir.
Bu noktadan sonra ise karşımıza
çıkacak olan şey, barış ve kardeşliğe engel olan faktörler nelerdir? Yukarıdaki
problemin kaynağı insanın duygu ve düşünceleridir ön kabulünden yola çıkacak
olursak, barış ve kardeşliği temin açısından önemli bir konumda olan vidanı
örten, perdeleyen duygu, düşünce ve fillerin kıskançlık, çekememe(hased) ve
başkasının sahip olduklarına göz dikme etrafında toplandığı görülmektedir. Daha
bunlar gibi pek çok menfi düşünce de söz konusu fillerden beslenmektedir.
Dünyanın ilk kardeş kavgası
Habil ve Kabil’in hikâyesini hatırlayacak olursak, orada işlenen öldürme
fiiline kadar kafada dönüp duran ve yer yer kendisini küçük fillerle meydana
çıkaran duygu ve düşünceler de yine kıskançlık, çekememe(hased) ve bunlar
neticesinde başkasının sahip olduklarına göz dikmedir.
Küçük
çapta değerlendirme olan bu yazı, barış ve kardeşlik temini adına çok şey vaad
etmiyor belki fakat bir başlangıç noktası sunma açısında bireysel anlamda
yararı olabilir. Vicdan endeksli ve kontrollü iç muhasebe açısından adı geçen
üç duygu ve düşünce eğer ferdi planda ıslah edilebilirse öyle ümid ediyorum ki,
bir kişinin salih düşünce ve fiili samimiyeti ölçüsünde etrafındaki insanları
etkileyebilir ve o salih duygu ve düşünce insan gruplarının, topluluklarının ve
hatta insanlığın büyük bir kısmının duygu ve düşüncesi haline gelecektir. Kabul
etmek gerekir ki bu iş zordur fakat gayreti müspet yönde olanların artması ile
yakın bir gelecekte barış ve kardeşliğin sağlanması hayalî bir fikir olmaktan
çıkacaktır. Çünkü yarınları inşa edecek olan, bugünkü insanların gayreti
olacaktır.
Habil
ile Kabil, Hz Âdem(as)’in çocukları idi, biri kardeşlik ve barışı seçti, diğeri
kavga ve düşmanlığı, unutmayalım ki, bizler de Hz Âdem(as)’in çocuklarıyız ve
Habil veya Kabil olmak biraz da bizim elimizde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder