2 Şubat 2014 Pazar

'RELİVE SENDROMU VE BEKLENEN YAVUZ'

Sinemaya az-çok aşinalığı olanlar, bir filmin çeşitli dönemlerde farklı versiyonları ile beyaz perdeye taşındığını bilirler. Konusu aynı olan iki filmin çekimleri arasında bazen 20, bazen 30, bazen 50 ve daha fazla bir süre geçebilmektedir. Sinema terminolojisinde buna “remake sendromu” denmektedir.
            Aynı konu iskeleti üzerine inşa edilmiş bu filmlere; “Titanic”, “Yaralı Yüz”, “Kurt Adam”, “King Kong”, “İtalyan İşi” ve “Köstebek” filmleri örnek verilebilir. Konusu bilinmesine rağmen insanlar farklı yorumu seyretmek için sinema salonlarını doldurmaktadırlar. Oyuncular, film yapımcısı, kostümler ve daha bunun gibi pek çok şart değişiklik göstermektedir fakat ana konuya sadakat içerisindedir yapılan her şey. Özetle söylemek gerekirse, seyircinin beyaz perdeden aldığı mesajın yolu yöntemi farklı olsa da, manası hep aynıdır.
            Bu durumu yaşadığımız gerçek hayata uyarlayınca da karşımıza çok garip sahneler ve olaylar çıkmaktadır. Mesela Mehmet Akif, insan hayatının tarihi serüvenine şöyle bir göz attıktan sonra gördüğü tekerrür sonucu mu ‘Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar/Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’(1) demiştir bilemem ama insanlık tarihinde, insanların önceki yaşananlardan ders almadan tekerrürüne sebebiyet verdiği olayların sayısı hiç de az değildir. (Bu durumun adı konmuş mudur bilmiyorum ama ben “relive sendromu” diyeceğim.) Değişen zaman, ortam, şartlar ve insanlar olsa da değişmeyen tek şey, olaylardaki ana konu veya manadır. Bunu en basit ifadesiyle söylemek gerekirse, “iyi ve kötünün mücadelesi”. Goethe’nin Faust’unda ifade ettiği gibi, kıyamete kadar da devam edecek bir mücadeledir.
            Yaşadığımız şu günlere baktığımda, bende hâsıl ettiği düşünce yeni bir “relive sendromu”dur. Çeşitli yönleri ile ele alınıp değerlendirilebilecek bu konunun, ben “Pers etkisi” tarafını seçtim.
            Yıllar öncesine kadar gittiğimizde karşımıza Âlemlerin Sultanı Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından Kisra’ya gönderilen mektubun parçalanması ile başlayan sürecin, Hulefa-i Raşidin’in ikincisi olan Hz. Ömer (r.a.) Efendimizin, Sasaniler üzerine Sad bin Ebi Vakkas (r.a.)’ı göndermesiyle bittiği çıkmaktadır. Fakat Pers’in düşmanlık serüveni İslam topraklarında şekil değiştirip tekrar başlayacaktır. Bu süreçte, ilk olarak Hz. Ömer (r.a.) Efendimiz ve Hz. Osman(r.a) Efendimiz hedefe konulacak, sonrasında ise Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat bayrağını elinde tutan devlet ya da topluluklar... Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ‘Mektubat’ adlı eserinin bir yerinde bu duruma şöyle bir yorum getirmektedir;‘Bahusus bazıların gurur-u millîleri, Hazret-i Ömer'in (r.a.) darbeleriyle dehşetli yaralandığından, seciyeten intikama fırsat beklerlerdi. Çünki onların hem eski dini ibtal edilmiş, hem medar-ı şerefi olan eski hükûmeti ve saltanatı tahrib edilmiş. İntikamını, bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslâmiyeden almağa hissen taraftar bir suret almış.’(2)
            İslam’da cihat, en genel ifadesi ile “Allah (c.c.) ile kulları arasındaki engelleri kaldırmak” olarak tarif edilir. Bu vazife bazen hayra götüren yollar sunarak icra edilir, bazen ise o yollarda karşılaşılan engelleri bertaraf etmekle. Hz. Ömer (r.a.) Efendimiz zamanında izlenen yöntem bunlardan ikincisi idi. Çünkü İslam’ın, çevre ülkelere yayılmasına en büyük engel Bizans ve Sasaniler idi ve bunların bertarafı gerekiyordu. Feraseti engin Hz. Ömer(r.a.) Efendimiz de bu vazifeyi bihakkın yerine getirmişti.
Yine Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Pers şiasıyla alakalı; “la li hubbi Ali, bel li bugzi Ömer”(Ali sevgisinden değil, Ömer düşmanlığından)(3) sözüyle onların karakterini ve ruh hallerini ortaya koymaktadır. İşin acı tarafı bu durum hala devam etmektedir.
            Hz. Ömer(ra.) Efendimiz döneminden biraz daha günümüze yaklaştığımızda karşımıza veli padişah 2. Bayezit dönemi gelmektedir. Sahnede yine Pers şiası vardır ve Osmanlı Devleti’nin en derin yerlerine kadar nüfuza sahip olmaya başlamışlardır. O sıralar Trabzon sancağında bulunan Şehzade Selim(o sıralar henüz Yavuz bir Sultan değildi.) devlet içindeki Pers tesir ve tehlikesinin farkına varıp, babasını uyarmaya çalışmıştı. Bunda çok da başarılı olamayınca idareyi bir şekilde ele geçirip,* atını doğu topraklarında fitne çıkarıp, birçok cana kast eden ve Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat kutsallarına dil uzatıp türlü hakaretler eden Pers şiasının üzerine sürmüştür. Hz. Ömer(r.a.) Efendimiz dönemi ile bu dönem arasında çok uzun bir zaman olmasına ve çoğu şartların değişmesine mukabil değişmeyen şey, hadiselerin ana konusu; Persin kini ve intikam duygusudur. Kahramanların karakterlerindeki benzerlik ise bu durumu teyid eder niteliktedir. Yavuz Sultan Selim(cennetmekân) hiddeti, cesareti ve cüssesiyle olduğu kadar İslam’a bağlılığı ile ne kadar Hz. Ömer(r.a.) Efendimiz’e benziyorsa, malın, saltanatın vermiş olduğu kendini beğenme, kibir ve şımarıklığı ile de Şah İsmail, o kadar Kisra’ya benziyordu. Ve Allah (c.c.) Kisra’nın karşısına Hz. Ömer’i çıkardığı gibi, Şah’ın karşısına Hz. Ömer(r.a.) Efendimiz’e benzeyen Yavuz’u çıkardı.
            Yavuz Sultan Selim(cennetmekân) döneminden bugüne gelecek olursak durum yine benzerlik göstermektedir. Yaşananları uzunca anlatmaya gerek yok fakat şunu belirtmek gerek; Pers, yakın geçmişte Türkiye Cumhuriyeti içerisinde hiç bu kadar etkin ve faal olmamıştı. Bu durum sadece Türkiye için geçerli değil, bugün Ortadoğu denilen Mezopotamya toprakları üzerinde Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in karşısında hangi devlet veya örgütler var ise, yanında Pers devletini görmekteyiz.(PKK ve Suriye’de yaşananlar bunlardan sadece ikisi). Hal böyleyken, hadiselerin ibret dili bize şunu fısıldamakta; Ehl-i Sünnet ve’l Cemaate saldırıda bulunan ve bunca cana mal olan bu Pers zihniyetine karşı, yakın bir zamanda Allah(c.c.) daha önceki zamanlarda yaptığı gibi Hz. Ömer(r.a.) Efendimiz gibi bir “Yavuz”u İslam’a bahşedecektir. O zamana kadar bize düşen şey ise, elimizde tutmaya çalışıp da, sahibi olan “Yavuz”a teslim edecek olduğumuz Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat sancağına sabır ve sadakat ile sahip çıkmaktır. Dileğim odur ki, Rabb-i Rahimimiz bu sabır ve sadakat teveccühüne nusreti ile mukabelede bulunur inşAllah.

Dipnotlar
1 - Mehmet Akif Ersoy, safahat,
2 - Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 15. Mektup, İkinci makam,     
   - Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 27. Mektup, 6. Mesele, 3. Nükte, 
   *Bu konuyla alakalı olay ve yorumları tarih kitaplarına havale ediyoruz.                 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder