5 Mayıs 2019 Pazar

İKİ ŞAİR, İKİ BEYİT MÜNAKAŞASI


Çekememezlik ve buna bağlı olarak tezyif ve tahkirin kol gezdiği şu zaman-ı menhustan sıyrılıp biraz geçmiş asırlara yani güzel insanların çağına kadar gittiğimizde, rekabetin bile bir letafet ve zarafet içerisinde, muhatabına hürmet göstererek yapıldığına şahit oluruz. Gelin, şimdi bu cümleden sayılabilecek bir vak'anın yaşandığı Fatih dönemine gidelim ve Ahmed Paşa'dan bir beyit okuyalım;
"Destimi kessen kalır dâmen-ı lûtfunda elim
  Dâmenin kessen elimde kalır lûtfun dâmeni."
Yârin lütuf eteğini öyle tuttum ki, elimi kesseniz elim etekte durmaya devam eder. Eteği kesseniz de tutmaya devam edeceğim demeye gelen bu beyte, gerçek ismi İsa olan şair Necati manaca çok yakın şu beyti söyler;
"Şöyle muhkem tutayın aşk ile dildâr eteğin
  Ya kat' edeler destim ya keseler yâr eteğin."
Beyit, "Öyle sıkıca tutayım ki yârin eteğini, bizi ayırmak için ya elimi kesmek gereksin ya da eteği." manasına gelmektedir ve kısa zamanda o zamanın şiir meclislerinde sıkça münakaşa konusu yapılıp hangi beytin daha güzel olduğuna karar verilmeye çalışılırmış.
Gel zaman, git zaman Ahmed Paşa rahmet-i Rahmana kavuşmuş lakin zaman zaman onun yazdığı beyit ile Necati'nin yazdığı beytin bahsi sürüp gider olmuş.
Yine böyle bir muhabbetin yapıldığı bir meclise denk gelen şair Necati'ye yazılan iki beyitten söz edilip, kendisinin mi yoksa merhum Ahmed Paşa'nın yazdığı beyin mi güzel olduğu sual olunmuş. İsraf-ı kelamdan müstağni olan Necati, şaire yakışan bir edayla yine bir beyitle cevap vermiş, kendisini öveceğini düşünen hazır bulunanlara ve şöyle söylemiş;
"Necati'nin dirisinden ölüsü Ahmed'in yeğdir
  Ki Îsâ göklere ağsa yine dem vurur Ahmed'den"
Necati'nin gerçek isminin İsa olduğunu tekrar hatırlattıktan sonra, beytin telmihle süslenmiş kutsi ve derin manasına geçelim. Necati, merhum Ahmed Paşa'nın üstünlüğünü ortaya koyduğu beyitte şöyle demektedir;
Ahmed'in ölüsü, Necati'nin dirisinden yeğdir, üstündür. Zira İsa göklere ulaşsa da Ahmed'den dem vurur. Necati, birinci beyitte Ahmed Paşa'nın üstünlüğünü açıkça ifade ettikten sonra buna gerekçe olarak da Hz. İsa'nın (as.) Allah cc tarafından göğe yükselmiş olmasına karşı, ismi İncil'de Ahmed olarak anılan Peygamber Efendimiz'in ümmetinden biri olma duasını göstermektedir. Bu zerafet, bu letafet ve bu tevazu karşısında hayran olmamak, bu iki güzel insanı rahmetle anmamak mümkün müdür?
Hâsılı, her şeyin kuru bir enaniyet ve bencillik davasından ibaret olduğu, kimsenin kimseyi beğenmeyip sadece eleştiriye kilitlendiği şu devirde, bu tür zamanı aşan mana ve ibret dolu hatıraları bize miras bırakan bu kıymetli dostlardan öğreneceğimizi çok şey var. Ne mutlu o insana ki, bu hazinelerden hissesi ziyade ola.
Münakaşası yapılan beyitlere farklı zaviyeden bakacak olursak, sevgilinin eteği peşinde koşan iki hercai aşığın feryadının ötesinde, Allah'ın (cc) lütuf kapısında sadakatle durup, el açan ve tüm sıkıntılarına ve engellemelere rağmen sabredip, bulunduğu konumu koruyan iki sadık bendenin arz-ı hali gibidir. Bu haliyle bile beyitler, Mus'ab bin Umeyr'e atfedilen "Rıza yolunda biraz cefa gördük diye, Rahman'a naz mı edeceğiz?" sözünün de farklı bir yorumu gibi durmaktadır.

3 Ekim 2014 Cuma

VAV HARFİ ÜZERİNE...


                İnsan, hikmetin sırları ile çepeçevre kuşatıldığı şu dünyada bilgi, birikim ve irfanına göre herşeye mana yüklemekte, duygu, düşünce ve hayal dünyasını hikmet paletinden aldığı  boya ve idrak fırçasıyla renklendirmektedir. Bakılan bir şey sıradan görüntüsü dışında öyle çağrışımlar yapar ki, neredeyse o camid, cansız eşyalar canlanıp dile geliverir. Bazen bir kayalık, bazen bir ağaç, bazen hiç de önemsemediğimiz bir obje sadece olduğu ve göründüğü sıradanlıktan öte manalar taşır üzerinde. Ve bazen de bir harf yırtar sıradanlık perdesini ve konuşmaya başlar.
                Arap alfabesinin 27. harfi olan "vav" da sıradanlığın dışına çıkıp, farklı mana iklimlerinden tatlı esintiler sunar bize ve gönlümüzü yumuşatıp, tebessüm ettirir.
                Hem duruşuyla, hem yazılışıyla, hem çağrışımlarıyla, hem de Ebced ilmindeki sayısal karşılığıyla aynı manzaraya farklı pencerelerden bakmamıza vesile olur harf-i vav.
                Göze çarpan ilk hali ile anne karnındaki bir cenini andırır vav harfi, bir bakıma insanın nereden geldiğini, başlangıçta hangi hal üzre olduğunu hatırlatır insana, arz üzerinde "küçük dağları ben yarattım" edasıyla yürümesin diye. Ve aynı görünüş, zikre durmuş, kalbi Allah'a ram olmuş bir derviş halini göz önüne getirir. İnsanın asli vazifesi olan Allah'ı(c.c) zikretmeyi ve O'na(c.c)kulluğu hatırlatır, gaflet uykusundan kendini kurtarabilmişlere. Vav şekline gelmiş bir insanın beden dili bize ne kadar muhtaç ve ne kadar aciz olduğunu söyler, iki büklüm hali ile. Yalnız bu acziyet hali insanlara karşı değil, Kudret-i Sonsuz ve Gani-yi bihesap Allah'a (cc) karşı bir acziyet halidir. Nasıl ki, anne karnındaki cenin, rahimde bir kordonla beslenir ve anne ile sıkı bir irtibatı vardır, öyle de Rahman suretinde yaratılan ve ilahi harem dairesine giren insan da kendi acziyetini anlayıp, boyun büküp tüm hacatını Rahman ve Rahim Allah'tan (cc) istemelidir telkinini verir.
                Yine vav harfinin iki büklüm hali, içi dolu boyun bükmüş başaklara çağrışımda bulunmakta ve asıl kemal ve olgunluğun tevazuda olduğunu fısıldamaktadır.
                Bilen bilir, Arap alfabesinde Ebced hesabı denen bir ilim vardır. Bu hesaba göre her harfe sayısal bir değer verilmiştir. Çeşitli amaçlar için kullanılan bu hesaplamada "vav" harfinin ebced karşılığı, altıdır. İslamiyet sonrası Araplar, vav harfinin ebced karşılığı olan altı sayısı ile imanın altı rüknünü birbiriyle irtibatlandırıp adeta bir harfle önemli bir konuyu şifrelemişlerdir. Eskilerde vav harfini görenler bu çağrışımla iman rükünlerini hatırlayıp, kendini yenilemesi gerektiğini hatırlıyorlardı. Camilerdeki hat yazılarında ve süslemelerde vav harfinin kullanılış amaçlarından biri de budur. Bazen ise iç içe geçmiş iki vav harfi gözünüze çarpar. bu tür yazılışlarda da iki farklı niyet ve düşünce vardır;
                Birincisi, yine vav harfinin ebced karşılığı ile alakalıdır. Yukarıda da dediğimiz gibi vav harfinin ebced değeri altıdır, Allah (cc) lafzının ebced karşılığı ise altmış altıdır. iki vav'ın yanyana yazılışı, tıpkı iki altını yan yana yazılışı gibidir ve neticede altmış altı sayısı elde edilmektedir. Yani iki "vav"a bakan insan, Allah'ı(cc) hatırlmaktadır. Böyle bir tablonun olduğu eski camilerde bu mana vakıf insanlar, namazlarını özellikle bu tablonun karşısında kılarlar ki, Allah(cc) sürekli hatırlarında olsun. ayrıca böyle bir yazıda Allah'ın(cc) Basir ismi gereğince sürekli insanı izlediğine de atıf vardır.
                İki vav yazısının/resminin içinde taşıdığı diğer mana ise kendisi ile başlayan kelimelerle alakalıdır. Arapça bilenler, Arap kelimelerinin manaları ile telaffuzları arasında sıkı bir irtibat olduğundan haberdardırlar. Kelime telaffuzunda çıkan ses, kelimenin taşıdığı manayı kuvvetlendirmektedir. Mesela "vesvese" kelimesini telaffuz ederken ortaya çıkan ses fısıltıyı anımsatmakta ve fısıltı halinde insana gelen vesvesenin hakikatine atıfta bulunmaktadır. Diğer bir örnek de şerh kelimesidir. Açmak, genişletmek manasına gelen bu kelimeyi söylerken de insan, içinin ferahladığını hissedebilir. Diğer taraftan, Arapça'nın bir diğer özelliği de, kelimelerde kullanılan harflerin manaca bir merkezde toplanması ve kümelenmesidir. Kelimeler içindeki harflere göre özel bir tasnife, sınıflandırmaya tabi tutulabilirler. Mesela içerisinde "Cim" ve "Nun" harfi bulunan kelimeler daha çok gaybubet(bilinmezlik) ifade ederler; cin, cenin, cennet, cehennem, cenn(gizlemek) kelimeleri bu duruma örnek gösterilebilir. Aynen burada olduğu gibi, vav harfi ile başlayan kelimelerde de önem ve sorumluluk duygusu göze çarpmaktadır. Vali, veli, vekil, vazife, vezir, va'ad, vakıf ve valide kelimeleri örneklerinde olduğu gibi.
                İki vavın yazılış amaçlarından diğeri, yukarıda saydığımız son iki kelime ile alakalıdır; Vakıf ve valide. Bu aslında koca bir Osmanlı kültürünü ve sosyolojik durumunu özetler mahiyettedir. İlk olarak Edirne Eski Camii'nin sağ duvarında karşılaştığım ve adına "vav çatışkısı" denen resimde topluma ve insana temel teşkil eden iki kavram gözler önüne serilmiştir. O iki vavdan biri insana temel teşkil eden, onun yetişmesine, büyümesine yardımcı olan ve çok büyük bir hürmeti hak eden validenin vavıdır, diğeri ise toplumun ve insanlığın ihtiyacını gideren, yaralarını saran ve onun gelişmesini sağlayan vakıf kurumunun vavıdır. Bir bakıma vav çatışkısı bize, "insanı valide ayakta tutar, toplum ve insanlığı ise vakıf ayakta tutar" demektedir. Osmanlı Devleti'ndeki sosyal hayat incelendiğinde, vakıf kurumuna verilen önem çok daha iyi anlaşılabilir.
                Hazır söz hat yazılarından açılmışken, hat sanatı ve hattatlar ile devam edelim. Hat sanatı  ile uğraşanlar, bu sanatın nasıl zor ve meşakkatli bir uğraş olduğunu bilirler. İnsanın edebi yönden gelişmesine yardımcı olan bu sanatta, kişi ciddi bir sabır ve tahammül imtihanından geçer. Günlerce, haftalarca belki aylarca boş kağıda çizilen sağdan-sola, soldan-sağa, yukarıdan-aşağı, aşağıdan-yukarı çizgilerden sonra elinize aldığınız kamış kalem ile parlak kağıda yazdığınız ilk harf, hocanızın meşkinde gördüğünüz vav harfidir. Neden ilk vav harfi yazılıyor peki? Çünkü yazımı en zor kabul edilen harf vav harfidir de ondan. Öyle ki, Osmanlı zamanı hattatları yazının güzelliğini, kalitesini sadece vav harfine bakarak hükme bağlayabiliyorlarmış, çünkü vav güzelse, diğer harfler de güzeldir.
                 Ve bir vav hikayesi;
                17. yüzyılın meşhur hattatı Hafız Osman Efendi, fırtınalı bir günde dolmuş kayıkla Beşiktaş’a geçecektir. Bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister fakat Hafız Osman o gün aceleyle çıktığı için yanına para almayı unutmuştur. Kayıkçıya; “Efendi, yanımda param yok, ben sana bir “vav” yazayım, bunu sahaflara götür,karşılığını alırsın” der. Kayıkçı yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı alır. Bir müddet sonra kayıkçının yolu sahaflar tarafına düşer. Bakar ki yazılar, levhalar iyi fiyatlarla alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve götürür satıcıya. Satıcı yazıyı alır almaz “Hafız Osman vav’ı” diyerek açık artırmaya başlar. Sonuçta iyi bir fiyata “vav”ı satar. Kayıkçı bir haftalık kazancından daha fazlasını bu “vav” ile kazanmıştır. Bir gün Hafız Osman yine karşıya geçecektir ve yine aynı kayıkçıyla karşılaşmıştır. Yol bitmek üzereyken yine ücretler toplanır. Hafız Osman da yol ücretini uzatır. Kayıkçı “Efendi para istemez, sen bir “vav” yazıver yeter” der. Hafız Osman gülümseyerek; “Efendi, o “vav” her zaman yazılmaz. Sen dua et para kesemi yine evde unutayım” der.   
                    Vav harfinin, görünüşü itibariyle benzetildiği şeylerden bir diğeri de laledir. Divan Edebiyatı'nda da lale-vav ilişkisi çok kuvvetlidir. Lale deyince vav'ın, vav deyince lalenin hatıra gelmesi bunun kanıtıdır. Aralarındaki ilgiyi anlamak için lalenin yapısını bilmek gerekir. Osmanlı'da, bir döneme ismini vermiş bu çiçeğin soğanları o dönemde kese altınlarla alınıp satılırmış. şimdilerde de -uzun yıllardan sonra değerini bulan- laleler, bahar mevsiminde çevreyi tezyin edip, süslemektedirler. Bu narin ve nadide çiçeğin rengi ve duruşunun ötesinde en önemli özelliği ise, dikilen lale soğanından sadece bir çiçek açmasıdır. İslamiyetin, hayatın her alanını Tevhid rengine boyadığı bir toplumda, tek soğandan tek lale çıkması da Tevhid hakikatine yorulmuştur. Nasıl ki, Divan Edebiyatı'nda gül Peygamber Efendimizi temsil ediyorsa, lale de Allah'ı (cc) temsil etmektedir. Ve bu temsilin tek sebebi lalenin tek soğan kökünden, sadece bir tane çiçek açması da değildir. Lalenin de tıpkı Allah (cc) lafzında olduğu ebced karşılığının altmış altı oluşu bu temsilin keyfiyetini derinleştirmektedir. Duruşuyla, şekliyle laleye benzeyen vav harfi, ebced karşılığı olarak da benzemekte ve laleye, oradan da Allah'a (cc) çağrışımda bulunmaktadır. Bakıldığında bu üç kelime arasındaki anlam ilgi ve yoğunluğu karşısında insan şaşkınlık seviyesinde bir hayranlık duyuyor.
                Vavın camilerde kullanılan hat yazılarında ve süslemelerdeki önemine yukarıda değindik. bu cümleden olarak, bir de Bursa Ulu Cami'de bulunan vav harfinden de bahis açmak gerek. İçerisinde şadırvanı, üç boyutlu Ka'be resmi, Ka'be örtüsünün bir parçası, hat yazılarının yazıldığı kalemleri, çivi kullanılmadan yapılan tahta oymalı minberi vb. gibi şeyleri barındırması ile müzeyi andıran bu caminin minberinin hemen sağında bulunan vav harfi, ziyaretçiler tarafından en fazla ilgi gören yerdir. öyle ki, çoğu zaman vav harfinin önü ya namaz kılanlarla, ya uzun uzun harfe bakanlarla veya grup halinde gelip de rehberi dinleyen insanlarla doludur. Daha önceleri ziyaretçiler elleri ile dokunup, vav harfinin tahrifine sebep oldukları için son restorasyon çalışmalarında üzeri bir camla örtüldü. Bu harfin bu kadar rağbet görme sebebi, yukarıda değindiğim manalardan fazlasına sahip. Camiyi ziyarete gelenlere vav karşısında iki rekat namaz kılınması tavsiye edilir, öncesinde anlatılan bir hikaye ile.
              Ve bir vav hikayesi;
      Rivayet odur ki, yaşlı bir amca gece rüyasında, ak saçlı ak sakallı bir pir-i fani görmüş. Ak saçlı ak sakallı pir-i fani, yarın Ulu Cami'ye Hızır'ın(a.s) geleceğini söylemiştir. Yaşlı amca, pir-i faniye, Hızır'ı(a.s) nasıl tanıyacağını sorduğunda, üç alametten bahsetmiş pir-i fani: Birincisi; Hızır (a.s.) cübbesini minbere asacak. İkincisi; elini caminin kubbesine değdirecek. Üçüncüsü;  vav harfi karşısında namaz kılacak. Ertesi gün yaşlı adam, camiye gidip Hızır'ı (a.s) beklemeye başlamış. Uzun bir süre ne gelen olmuş ne giden. sonunda yaşlı amcanın bu halini gören biri yaklaşmış ve niçin camide beklediğini sormuş. Yaşlı amca, rüyasını anlatıp, Hızır'ın(as) camiye geleceğini ve onu beklediğini söylemiş. Adam, Hızır'ı(a.s) nasıl tanıyacağını sormuş, yaşlı adam da Hızır(a.s) geldiğinde cübbesini minbere asacağını söylemiş. Bunu duyan adam cübbesini çıkarıp, minbere asmış ve "böyle mi amca" amca demiş. Yaşlı amca, "evet öyle" diye tasdik etmiş. "Peki başka" diye sormuş adam, "elini kubbeye değdirecek" diye cevap vermiş yaşlı amca. Adam elini kaldırıp, kubbeye kadar uzatmış ve sormuş; "böyle mi amca", yaşlı adam tekrar "evet, öyle" diye tasdik etmiş. Adam, yaşlı amcaya dönüp, "hadi sana kolay gelsin, ben şu vav harfinin karşısında iki rekat namaz kılacağım" deyip, cübbesini de alarak oradan uzaklaşmış.
                Ulu Cami'de, vav harfinin karşısında namaz kılan insanlardan biri yine Hızır'dır(a.s) diye ve ona rast gelmek içindir bu gayret kim bilir. Ama öyle olmasa bile, vav harfi mahiyetinde barındırdığı manalar itibariyle bu ilgi ve alakayı zaten hak ediyor.


                                




11 Mayıs 2014 Pazar

YA TUTARSA?

         Tarihin, hadiselerin diliyle kulağımıza fısıldadığı bir takım hakikatler vardır. Yaşanılan zamanda ve sonrasında yol ve yön tayin etmede birer uyarı levhası sayılabilecek bu fısıltılar, bazen büyük tehlikelere karşı önlem almak için ihtar mahiyetindeyken bazen de büyük uyanışlar için nasihat hükmündedir.
         Devr-i daim içindeki hadiseler, bir birinin aynısı olmasa da ortak pek çok yanlar bulundurması, bu olayları doğru yorumlayabilen insan ve insan toplulukları adına gün ve geleceklerine tuttukları bir ışık hüviyeti kazanmaktadır.
         Hele bir de bu fikir ve düşünme ameliyesini Kur’an’ın nurefşan yönüyle birleştirdiğimizde apaydın bir şehrah, nurlu bir yol karşımıza çıkmaktadır. Çünkü Kur’an, geçmiş hadiseleri anlatırken, konuyu basit hikâyeler olarak ele almaz, ders ve ibret alması için meseleyi insanın aklına havale eder. Dahası, anlatılan olayların sebebini ortaya koyar –ki aynı hataya düşülmesin- bulunulan olumsuz durumdan çıkış yollarını gösterir.
         Tarihin karanlık dehlizlerine doğru çıktığımız seyahatte, karşımıza çokça çıkan tablo, belli bir zaman bir topluluğun çağa hâkim olması, sonra o hâkimiyeti kaybetmesidir. Kur’an’ın, “İşte, günleri insanlar arasında döndürür dururuz.”(Al-i İmran, 140) diyerek haber verdiği bu hakikati İbni Haldun, “Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler” yorumuyla, insan toplulukları için ikbal ve idbarin muvakkat olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.
         Pek çok devletin hüküm sürüp, yerini sonrasında başkalarına bıraktığı gibi Selçuklu Devleti de bu süreçten geçmiştir. İlk başta İslamiyet’e hizmet duygusunun çok güçlü olduğu Selçuklular'da, zamanın yıpratıcılığına karşı konulamamış, hizmet aşk ve şevkinde sönmeler yaşanmıştır. Bir zamanlar Emeviler ve Abbasiler ile bayraklaştırılan bu duygu belirli bir dönem Selçuklular’la temsil edilmiş ve nihayette onlar da artık ellerini, taşıdıkları vazifeden gevşetmek suretiyle Allah’ın fazlıyla sahip oldukları dine hizmet payesini kaybetmişlerdir.
Bu durumu, yine Hâkim-i Ezeli ve Ebedi’nin beyanlarından takip edecek olursak, karşımıza şu ayet çıkmaktadır;” Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri dönerse (irtidat eder), Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmeti) geniş olandır, bilendir.”(Maide, 54).
Ayette geçen dinden dönme(irtidat) fiilini çoğu tefsir âlimi, inanç değiştirip gayr-i Müslim olmak olarak değil de, dinin emirleri hususunda yapılması gereken işlerde ihmal ve gevşeklik gösterme olarak beyan buyurmuşlardır. Yani müminler, söylemleri ile değil, fiilleri ile dini yaşarlarsa hakiki manada dine sahip çıkmış olurlar, aksi durumda ise Adil-i Mutlak, sahip çıkılmayan dinin hizmetçilik payesini o topluluktan almaktadır.
 Selçuklular, yaşadıkları Moğol istilası neticesinde çöküş dönemine girmiş ve çok fazla zaman geçmeden de yıkılmışlardır. Kadir-i Zülcelâl, dinine sahip çıkıldığı sürece aziz kıldığı insanları, bu işte gevşeklik göstermeleri neticesinde Moğol eliyle zıllete düçar ediyordu.
Diğer yandan, Selçuklular'ın son döneminde zuhur etmiş Hakk dostları ve gönül erleri dikkati çekmektedir. Onların arasında Mevlana Celaleddin(1207-1273), Hacı Bektaş-i Veli(1208-1271), Yunus Emre(1238-1321), Şeyh Edebali(?-1325), Nasrettin Hoca(1208-1284) bizim bilebildiklerimiz. Safi kalpleri ile ilhama açık bu Hakk dostları her biri bulundukları yerlerde insan topluluklarını etrafında toplayıp, Anadolu’nun birliğini sağlamaya vesile oluyorlardı. Devletin yıkılış sürecine girdiği dönemde bu faaliyetin ne kadar önemli ve hayati olduğu düşünüldüğünde ismini saydığımız gönül erlerinin büyüklüğü de idrak edilmiş olunur.  
Dönemin ağır hadiseleri içinde ezilmiş ve bunalmış insanlar, başta ümitsizlik adına yaşadıkları bütün kötülükleri tadil edebilecekleri atmosferlere ihtiyaç duymakta ve ruhlara ferahlık veren solukların ümit ikliminde yerlerini almaktaydılar.     
İsmini saydığımız Hakk dostları ve gönül erlerinin insanlara ümit aşılamaktan sonra yaptığı vazife ise din-i İslamı omuzlarında bayraklaştıracak bir nesl-i cedid yetişmesine zemin hazırlamaktı. Her birinin Anadolu’da tuttukları köşe başlarında yaptığı bu ulvi vazifeyi Nasrettin Hoca’ya atfedilen fıkra özetlemektedir.
Artık herkesçe meşhur olayda, Nasreddin Hoca göle maya çalmaktadır. Oradan geçenler kendisine ne yaptığını sorduğunda, “göle maya çaldığını” söylemiş. Cevabı duyunca şaşıranlar, “göl maya tutar mı?” diye sorduklarında, Nasrettin hoca ümitsizlik içinde inim inim ve atalete saplanmış topluluklara ümit ve kurtuluş kıvılcımı veren o cevabı vermiş; “Ya tutarsa
Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-i Veli’nin, Şeyh Edebali’nin ve onlarcasının azmettiği işi temsili şekilde ifade eden Nasreddin Hoca, elindeki son sermayesi diyebileceğimiz kırık çanağındaki bir parça yoğurdu hayır yolunda, ümitsizliğe esir olan akılların zincirlerini kırarak Anadolu gölüne çalıyordu, kınayanların ve alaya alanların sözlerine bakmadan. Niyet hayır olunca, Kadir-i Mutlak o niyetin akıbetini de hayır ediyordu. Göl maya tutuyor ve İslamiyet’e belki de sonsuza kadar bayraktarlık yapacak bir millet mahsulünü veriyordu.
   Günümüze baktığımızda, İslamiyet adına pek çok değerlerin alt üst olduğu kurak bir mevsimin, kırık testiden süzülen sularla tekrardan yeşillenme emareleri gösterdiğini müşahede etmekteyiz. Buradan hareketle, biz de Nasrettin Hoca ve muasırlarının yaptığı gibi azmedelim ve değil gölleri, denizleri ve hatta okyanusları mayalama gayretine girişelim. 13. asırda olduğu gibi şu zamanda da alaya alanları, kınayanları -ayette geçen ifadesiyle- emin olduğumuz bu işte, kale bile almayalım ve diyelim ki; “Ya tutarsa.”
Niyetin hayır olduğu böyle bir işte, Rahmeti sonsuzdan ümid ederim ki akıbetini de hayır etsin.

            

5 Nisan 2014 Cumartesi

İCRAATTEKİ, HAKSIZ PAY TAKSİMİ


“Yaptıkları kötü şeylere sevinen ve yapmadığı iyi şeylerle övülmekten hoşlananların azaptan kurtulabileceklerini sanma; onları acıklı bir azap beklemektedir.” (Al-i İmran suresi, 188. ayet)   
---------------------------------------------- 
            Devleti kutsama seviyesinde duygusal-devletçi gelenekten gelen toplumumuzda, vatan ve milleti ilgilendiren devlet karar ve icraatları yorumlanırken düşünce sistemi hep yukarılara doğru yani devletin başındaki insanlara göre şekillenir. Başka bir deyişle, toplumumuz olayları yorumlarken devlet erkanı yönünde pozitif ayrımcılık diyebileceğimiz bir “taraf olma” davranışı sergiler. Bunun neticesinde ise karşımıza –ekseriyetle- meselelerin hakikatinden sapma çıkmaktadır.
            Bu tutuma sebep olan başlıca faktörlerinden biri; bize tarihimizin yanlış anlatılması ve bunun neticesinde devlet geleneğimiz hakkında yetersiz bilgiye sahip oluşumuz. Diğer faktör ise çağdaş yönetim sistemleri, insan hakları ve demokrasi ile tam sağlanamamış olan adaptasyon.
            Birinci duruma örnek verecek olursak; bugün sokaktan çevirdğimiz insanların pek çoğunun kafasındaki “padişah” tanımı; ülkenin tek sahibi, sorgulanamaz devlet reisi, ağzından her çıkan fermandır… benzeri şekilde sözlerdir. Eğer tarihimizi doğru bir biçimde okumuş olsaydık karşımıza, padişahın kararlarını belirli bir şura heyeti ile aldığı, sorgulanabilir ve denetlenebilir olduğu ve hatta Şeyhülislam tarafından azledilebilir olduğu gerçeği çıkacaktı.
            Çağdaş yönetim sistemlerine ve demokrasiye sağlanamayan adaptasyon ise yukarıdaki olumsuzluktan daha büyüktür. Çünkü “demokrasi anlayışı” batı dünyasında ortaya çıktığı andan günümüze kadar pek çok revizyon görmüş olmasına karşın, ülkemizde hala en ilkel hali bile yaşanamamaktadır. Hal böyleyken, bu iki faktörün birbiri içine geçmesi ile  devlet resisi kendisini seçenler tarafından “olmazsa olmaz” görülen, yukarıda sözünü ettiğimiz “yanlış padişah algısı” ile tek adamlık makamına oturtulmaktadır. Yapılan olumlu işleri o kişiden bilirken, yapılan veya karşılaşılan olumsuzluklar “üstün gayretlerle” hayra yorulmaya çalışılmakta, yaşatılan haksızlıklar ise önemsiz görülebilmektedir. Bu tutumlar ise toplum bireylerini yanlışa karşı duyarsızlaştırmaktadır.(Ta ki zarar kendisine dokunana kadar)
             Peki, yapılan olumlu devlet işlerini nasıl görür ve değerlendirirsek isabetli bir tutum sergilemiş oluruz? Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Şualar adlı eserinin 260. sayfasında şöyle diyor;Nasıl ki ordunun ganîmeti, malları, erzakları bir kumandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır. Hakikat ise, müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi edilir ve menfîler ve tahribat ve kusurlar başa verilir. Çünki bir şeyin vücudu, bütün şeraitin ve erkânının vücudu ile olur ki; kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir şartın ademi(yokluğu) ile ve bir rüknün bozulması ile olur, mahvolur, bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyetle müsbet ve vücudîdir. Başlar sahib çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademîdir(yokluğa bağlı) ve tahribîdir.”(1)
            Sebepler planında konuşacak olursak; Allah(c.c.), bir güzelliğin ortaya çıkması için pek çok sebep yaratmış ve bu sebepleri bir biri ile uyum içerisinde tanzim etmiştir. Çiçeğin açması için toprak, su ve minareller o bitkiyle uyum içerisinde tanzim edildiği gibi gerekli ısı ve ışığın sağlanabilmesi için de koca Güneş bitki/bitkilere musahhar kılınmıştır. Hatta insanlık açısından baharın gelmesi adına Allah(c.c.), risalet(peygamberlik) güneşini insanlara musahhar kılmış, dahası gecelerin semalarını da o güneşin ashabı olan yıldızlarla yaldızlamıştır. Eğer ki, Efendimiz (s.a.v)’in ashabı olmasaydı, -yine sebepler planında- ne İslamiyet, ne peygamberlik ne de Kur’an-ı Kerim tam anlaşılabilirdi. Bu hakikat o kadar güçlüdür ki; biz Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’e olan(olması gereken) sevgi hürmet ve minnetimizin gereği olarak yaptığımız dualar ve okuduğumuz salavatlarda O’nun “alini ve ashabını” da unutmayız.
            Büyük başarılar ve zaferler iyi bir kadro, ordu, toplum ve bunları iyi idare edebilen yönetici ile gerçekleştirilebilir. Bu başarı paydasında ise devletin yönetim kadrosunun en tepesinden en altına kadar herkesin payı vardır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin de dediği gibi güzelliklerin tek kişiye verilmesi haksızlık olduğu gibi, yanlışların ve kusurların da yönetici kadrosuna mal edilmek istenmemesi hatalı bir sonuçtur.
            Bütün bu bilgiler ışığında son dönemde yaşanan görevden almalar ve görev yeri değişikliklerini yorumlayacak olursak karşımıza tuhaf bir tablo çıkıyor. Yıllarca ülkemiz adına yaşanan pek çok güzelliğe ve olumlu işlere şahitlik ettik ve ülkemizin artık bazı olumsuzlukları geride bıraktığına dair umut besledik. Yetişen vatan evlatlarının başarı ise bu umudu perçinledi ve ileriki yıllara bakışımızı olumlu yönde değiştirdi. Fakat bir noktadan sonra bu durum belirli şahıs ya da şahıslarda toplanmaya başlandı ve yaşanılan olumlu işlerde hep onların adı anıldı. Bu açık bir haksızlıktı ve bu hatadan dönüp, diğer vatan evlatlarını hatırlamak toplumun büyük bir kesiminin aklına gelmedi. Dahası şimdilerde bu haksızlığa yenileri eklendi.
            Yakın bir zaman önce ülkede yaşanılan olumlu atmosfere vesile olan ve pek çok takdir kazanan, devlet ricali tarafından teşekkür edilip, “kahraman” ilan edilen bu insanlar, şimdilerde ülkenin dört bir tarafına hallaç pamuğu gibi fırlatılmaktadır. Savcı ve polisler başta olmak üzere hemen hemen devletin her kademesindeki bu insanlardan boşalan yerlere hangi evsafta insanların geldiği, liyakatları ve bilgilerinin ne olduğu konusu -maalesef- kaygı verici boyuttadır. Öyle ki, özellikle Polis Teşkilatı’nda ehil ve yetişmiş insan olmamasından dolayı oluşan boşuklar sebebi ile işlerin durma noktasına geldiği gerçeği ile yüzleşmekteyiz.
            Böyle bir ülke atmosferinde yüzleşeceğimiz başka şey de; bugüne kadar yapılan olumlu işlerde kimin katkısının ne kadar olduğu gerçeği olacak. Bu yüzleşme belki biraz acı olacak ama “Hakkın hatırı alidir, hiçbir hatra feda edilemez” kaidesini yaşayarak, cebri kabule yöneleceğiz. Hatta o kadar ki, toplum bugün, güzel ve olumlu işleri kendilerine vererek baş tacı ettiği devlet ricalini yerden yere vuracak, verdiği bütün “haksız rütbe ve payeleri” o insanlardan geri alıp, asıl sahipleri olan vatan evlatlarına verecektir. Ataların dediği gibi diyelim; “Bir musibet, bin nasihatten iyidir.
Ders almak ümidiyle…  
----------------------------------
1- Risale-i Nur Külliyatı, Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, sayfa 260, Envar Neşriyat-1995

2 Şubat 2014 Pazar

'RELİVE SENDROMU VE BEKLENEN YAVUZ'

Sinemaya az-çok aşinalığı olanlar, bir filmin çeşitli dönemlerde farklı versiyonları ile beyaz perdeye taşındığını bilirler. Konusu aynı olan iki filmin çekimleri arasında bazen 20, bazen 30, bazen 50 ve daha fazla bir süre geçebilmektedir. Sinema terminolojisinde buna “remake sendromu” denmektedir.
            Aynı konu iskeleti üzerine inşa edilmiş bu filmlere; “Titanic”, “Yaralı Yüz”, “Kurt Adam”, “King Kong”, “İtalyan İşi” ve “Köstebek” filmleri örnek verilebilir. Konusu bilinmesine rağmen insanlar farklı yorumu seyretmek için sinema salonlarını doldurmaktadırlar. Oyuncular, film yapımcısı, kostümler ve daha bunun gibi pek çok şart değişiklik göstermektedir fakat ana konuya sadakat içerisindedir yapılan her şey. Özetle söylemek gerekirse, seyircinin beyaz perdeden aldığı mesajın yolu yöntemi farklı olsa da, manası hep aynıdır.
            Bu durumu yaşadığımız gerçek hayata uyarlayınca da karşımıza çok garip sahneler ve olaylar çıkmaktadır. Mesela Mehmet Akif, insan hayatının tarihi serüvenine şöyle bir göz attıktan sonra gördüğü tekerrür sonucu mu ‘Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar/Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?’(1) demiştir bilemem ama insanlık tarihinde, insanların önceki yaşananlardan ders almadan tekerrürüne sebebiyet verdiği olayların sayısı hiç de az değildir. (Bu durumun adı konmuş mudur bilmiyorum ama ben “relive sendromu” diyeceğim.) Değişen zaman, ortam, şartlar ve insanlar olsa da değişmeyen tek şey, olaylardaki ana konu veya manadır. Bunu en basit ifadesiyle söylemek gerekirse, “iyi ve kötünün mücadelesi”. Goethe’nin Faust’unda ifade ettiği gibi, kıyamete kadar da devam edecek bir mücadeledir.
            Yaşadığımız şu günlere baktığımda, bende hâsıl ettiği düşünce yeni bir “relive sendromu”dur. Çeşitli yönleri ile ele alınıp değerlendirilebilecek bu konunun, ben “Pers etkisi” tarafını seçtim.
            Yıllar öncesine kadar gittiğimizde karşımıza Âlemlerin Sultanı Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından Kisra’ya gönderilen mektubun parçalanması ile başlayan sürecin, Hulefa-i Raşidin’in ikincisi olan Hz. Ömer (r.a.) Efendimizin, Sasaniler üzerine Sad bin Ebi Vakkas (r.a.)’ı göndermesiyle bittiği çıkmaktadır. Fakat Pers’in düşmanlık serüveni İslam topraklarında şekil değiştirip tekrar başlayacaktır. Bu süreçte, ilk olarak Hz. Ömer (r.a.) Efendimiz ve Hz. Osman(r.a) Efendimiz hedefe konulacak, sonrasında ise Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat bayrağını elinde tutan devlet ya da topluluklar... Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ‘Mektubat’ adlı eserinin bir yerinde bu duruma şöyle bir yorum getirmektedir;‘Bahusus bazıların gurur-u millîleri, Hazret-i Ömer'in (r.a.) darbeleriyle dehşetli yaralandığından, seciyeten intikama fırsat beklerlerdi. Çünki onların hem eski dini ibtal edilmiş, hem medar-ı şerefi olan eski hükûmeti ve saltanatı tahrib edilmiş. İntikamını, bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslâmiyeden almağa hissen taraftar bir suret almış.’(2)
            İslam’da cihat, en genel ifadesi ile “Allah (c.c.) ile kulları arasındaki engelleri kaldırmak” olarak tarif edilir. Bu vazife bazen hayra götüren yollar sunarak icra edilir, bazen ise o yollarda karşılaşılan engelleri bertaraf etmekle. Hz. Ömer (r.a.) Efendimiz zamanında izlenen yöntem bunlardan ikincisi idi. Çünkü İslam’ın, çevre ülkelere yayılmasına en büyük engel Bizans ve Sasaniler idi ve bunların bertarafı gerekiyordu. Feraseti engin Hz. Ömer(r.a.) Efendimiz de bu vazifeyi bihakkın yerine getirmişti.
Yine Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Pers şiasıyla alakalı; “la li hubbi Ali, bel li bugzi Ömer”(Ali sevgisinden değil, Ömer düşmanlığından)(3) sözüyle onların karakterini ve ruh hallerini ortaya koymaktadır. İşin acı tarafı bu durum hala devam etmektedir.
            Hz. Ömer(ra.) Efendimiz döneminden biraz daha günümüze yaklaştığımızda karşımıza veli padişah 2. Bayezit dönemi gelmektedir. Sahnede yine Pers şiası vardır ve Osmanlı Devleti’nin en derin yerlerine kadar nüfuza sahip olmaya başlamışlardır. O sıralar Trabzon sancağında bulunan Şehzade Selim(o sıralar henüz Yavuz bir Sultan değildi.) devlet içindeki Pers tesir ve tehlikesinin farkına varıp, babasını uyarmaya çalışmıştı. Bunda çok da başarılı olamayınca idareyi bir şekilde ele geçirip,* atını doğu topraklarında fitne çıkarıp, birçok cana kast eden ve Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat kutsallarına dil uzatıp türlü hakaretler eden Pers şiasının üzerine sürmüştür. Hz. Ömer(r.a.) Efendimiz dönemi ile bu dönem arasında çok uzun bir zaman olmasına ve çoğu şartların değişmesine mukabil değişmeyen şey, hadiselerin ana konusu; Persin kini ve intikam duygusudur. Kahramanların karakterlerindeki benzerlik ise bu durumu teyid eder niteliktedir. Yavuz Sultan Selim(cennetmekân) hiddeti, cesareti ve cüssesiyle olduğu kadar İslam’a bağlılığı ile ne kadar Hz. Ömer(r.a.) Efendimiz’e benziyorsa, malın, saltanatın vermiş olduğu kendini beğenme, kibir ve şımarıklığı ile de Şah İsmail, o kadar Kisra’ya benziyordu. Ve Allah (c.c.) Kisra’nın karşısına Hz. Ömer’i çıkardığı gibi, Şah’ın karşısına Hz. Ömer(r.a.) Efendimiz’e benzeyen Yavuz’u çıkardı.
            Yavuz Sultan Selim(cennetmekân) döneminden bugüne gelecek olursak durum yine benzerlik göstermektedir. Yaşananları uzunca anlatmaya gerek yok fakat şunu belirtmek gerek; Pers, yakın geçmişte Türkiye Cumhuriyeti içerisinde hiç bu kadar etkin ve faal olmamıştı. Bu durum sadece Türkiye için geçerli değil, bugün Ortadoğu denilen Mezopotamya toprakları üzerinde Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in karşısında hangi devlet veya örgütler var ise, yanında Pers devletini görmekteyiz.(PKK ve Suriye’de yaşananlar bunlardan sadece ikisi). Hal böyleyken, hadiselerin ibret dili bize şunu fısıldamakta; Ehl-i Sünnet ve’l Cemaate saldırıda bulunan ve bunca cana mal olan bu Pers zihniyetine karşı, yakın bir zamanda Allah(c.c.) daha önceki zamanlarda yaptığı gibi Hz. Ömer(r.a.) Efendimiz gibi bir “Yavuz”u İslam’a bahşedecektir. O zamana kadar bize düşen şey ise, elimizde tutmaya çalışıp da, sahibi olan “Yavuz”a teslim edecek olduğumuz Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat sancağına sabır ve sadakat ile sahip çıkmaktır. Dileğim odur ki, Rabb-i Rahimimiz bu sabır ve sadakat teveccühüne nusreti ile mukabelede bulunur inşAllah.

Dipnotlar
1 - Mehmet Akif Ersoy, safahat,
2 - Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 15. Mektup, İkinci makam,     
   - Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 27. Mektup, 6. Mesele, 3. Nükte, 
   *Bu konuyla alakalı olay ve yorumları tarih kitaplarına havale ediyoruz.                 

5 Ocak 2014 Pazar

BİZ BU FOTOĞRAFIN NERESİNDEYİZ?

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen 
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen  -Şeyh Galip-
   
            Günümüz konuşmalarında öne çıkan kavram ve sözlerden bir tanesi olan  “ben” -enaniyet diyebiliriz- kelimesi o kadar fazla duyulur oldu ki, “ben”ler artık “ban, ban” sesi gibi itici ve rahatsız edici olmaya başladı. Her konuşma ve muhabbet kişinin zati ve fiili sahip olduklarıyla bulanmakta ve tatsızlaşmaktadır. Maalesef hepimiz böyle bir durumla az veya çok karşılaşmakta ve bu tür bir konuşmayı irtikâp etmekteyiz.
               İşin daha kötüsü şu ki, dünya üzerindeki pek çok toplumda bu tür hastalıklar içinden çıkılmaz bir hal alıp tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Ferdi bir “ben düşüncesi”(enaniyet) ile başlayan bu süreç zamanla kartopu etkisi neticesinde toplumları ezip geçme seviyesindedir.
     Eski dönemlerde de olan ve tarihin her döneminde baş gösteren “ben düşüncesi”(enaniyet) Hz Âdem’in oğlu Kabil, Nemrut, Firavun, Sezar, Ebu Cehil vb. insanlarla günümüze kadar temsil edile gelmiştir. Enaniyeti temsil eden her insanın aynı refleks ve söylemlere sahip olduğunu gözlemleyebilir ve bu kişilerin ellerinde bulundurdukları güçlerle hangi yıkımlara sebebiyet verdiğini tarih sayfalarından çok rahat okuyabiliriz.
        Güce hâkimiyetin, enaniyetle ile birlikte olduğu her dönem insanlık tarihi ve tali’i açısından -maalesef- kara zaman dilimleridir. Günümüz dünyasında yaşanan yıkıcı ve yakıcı hadiselerin temelinde de yine ferdi enaniyetin başkalaşmış formları olan kabile enaniyeti, din enaniyeti, cemaat enaniyeti, grup enaniyeti, millet enaniyeti gibi faktörler vardır.
            Bu keşmekeşliğe çözüm olarak sunulan öneri ise, toplumların çekirdeği mahiyetindeki insan faktörünün bu konuda ıslah edilmesidir. Yani Maide Suresi 105. ayeti gereği insanın kendi nefsine bakıp, ona verilen enaniyetin, veriliş gayesi doğrultusunda kullanılmasıdır ve ıslah edilmesidir.(bu konuda yazılmış ve söylenmiş birçok şey olduğundan, izahını onlara havale ediyoruz*) İnsan etrafına baktığında olay ve hadiselerdeki tesirini ölçebilirse kâinat içerisindeki varlığını da anlayabilir. İşte bu konuya yardımcı olabilmek ve bir yerden başlamak adına bazı bilgiler paylaşmak istiyorum.    
          Peygamber efendimiz (s.a.v.) Buhari’de geçen bir hadiste şöyle buyurmaktadır; “Yedi kat gök ile yedi kat yerin Kürsî karşısında büyüklükleri, ancak bir çölün ortasına atılmış bir kapı veya yüzük halkası kadardır. Arş’ın da Kürsî’ye göre büyüklüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü ölçüsündedir**Burada geçen “yedi kat gök ile yedi kat yer” tabiri kâinatın tarifidir ve insanı hayrette bırakan bir büyüklük temsilidir. Şimdi soru şu; “Biz bu fotoğrafın neresindeyiz? Kendisini görebilen var mı?”
          Bir basamak aşağıya inip kâinata(uzay da denebilir) ve Samanyolu Galaksisi fotoğrafına bakalım. Çöl kadar bir Kürsi’de, yüzük halkası kadar tarif edilen kâinatın içerisinde yaklaşık olarak 300 milyar galaksi bulunmakta(***) ve her galaksi, merkezinde bulunan kara delik etrafında dönmektedir. Kara delik çok güçlü ve karşı konulması çok zor bir yapıdır. (insan ile nefsi arasındaki ilişkiyi anımsatıyor) İçinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi bu galaksilerden sadece bir tanesidir. Ve aynı soru; “Biz bu fotoğrafın neresindeyiz? Kendisini görebilen var mı?”

Bir basamak daha aşağı inelim ve çapı 100,000 ışık yılı (1 ışık yılı=9.460.800.000.000 km) olan Samanyolu Galaksisi’nden içeri girelim. Bu kadar büyük bir yapı içerisinde yaklaşık olarak 100 milyar yıldız bulunmaktadır. Güneş ise bu yıldızlardan sadece küçük bir tanesidir. İçinde bulunduğumuzu iddia ettiğimiz fotoğrafa biraz zoom yaparak tekrar bakıyoruz; “Biz bu fotoğrafın neresindeyiz? Kendisini görebilen var mı?”


Kâinatın basamaklarından bir adım daha alt boyuta iniyoruz ve karşımıza Güneş Sistemi çıkıyor. Güneş’in çapı yaklaşık olarak 1.391.000 km’ dir. Güneş, Samanyolu Galaksisi içerisindeki diğer yıldızlara kıyasla küçük bir yıldız sayılmaktadır. Bununla birlikte içinde bulunduğumuz Dünya’nın çapı yaklaşık olarak 12,742 km ve ayın çapı 3,474 km’ dir. Rakamlar kafa karıştırabildiği gibi akıl kıyaslama yapmak için de zorlanabilir. O yüzden kıyaslama yapmak için aşağıdaki resme bakarken, şu soruların cevabını da arayalım; “Biz bu fotoğrafın neresindeyiz? Kendisini görebilen var mı?

            Yukarıdaki resimlere bakıp da vereceğimiz cevap elbette “hayır” olacaktır. Peki, öyleyse bu kadar büyük bir hakikate rağmen insan neden haddini bilmez ve Yüce Yaratıcı’nın icraatlarına ortak olma edepsizliğinde bulunur. Nasıl ki insan gözüne ufak bir çöp girdiğinde hiçbir şey göremez, öyle de nefsin beslediği enaniyet hissi de muhakemeyi ve basireti öyle köreltir ve insan bu iki hassasını kullanamaz hale gelir. Enaniyetin tek icraatı olan fenalık(Nisa suresi 79. ayet) ile bulandırılıp, kirletilen kalp aynasına, Allah’ın nuru tam yansımaz netice olarak da insanın aklı karanlıkta kalır. Mevlana’nın dediği gibi, “kendini hiç saymazsan hiçlikten kurtulamazsın.” İnsan, enaniyetini doğrudan kullanmaya kalksa ve fiillerini ona bina etse varlık deryası içerisinde kaybolur gider. Allah’a dayanıp, enaniyetini de O’nu tanıma ve anlamada kullansa kâinatın gözbebeği olur.  

---------------------------------------------------------------------------------------------
*Ene(enaniyet) hakkında detaylı bilgi: Risale-i Nur Külliyatı, 30. Söz, Bediüzzaman Said Nursi.
**Arş ve kürsi ile ilgili bilgi: Hak Dini, Kur'an Dili Tefsiri, Bakara Suresi, 255. ayet-Elmalılı Hamdi Yazır, 

29 Aralık 2013 Pazar

TAHT-I REVANDAN FIRLATILAN İNSANLAR

      Sessiz ve sakin ortamlarda kaldığım bazı zamanlarda çocukluk yıllarıma gider ve hayatımın en güzel günleriyle içimi ferahlatırım. Oyunlar, arkadaşlıklar ve yaşanılan daha pek çok güzel anlar yönüyle pek çok insanın yaşayamayacağı bir çocukluk dönemini yaşamış olma ayrıcalığının keyfini yaşıyorum.
                O günlerde çok defa üzerine çıkıp oynadığımız, pek çok çocuğun da bildiği taht-ı revan vardır. Ne zaman aklıma gelse bana hep hayatın durumunu anımsatır. İnsan da hayat içerisinde bir aşağı iner, bir yukarı çıkar ve çoğu zaman da bu ahenk içinde olur. Aşağı inen insan sabır gösterip dişini sıkarsa belirli süre sonra yavaş yavaş yukarı doğru yükselir ve yukarı çıkan da kendisini tam oraya ait sandığı anda yavaş yavaş aşağı doğru inmeye başlar. İşte her iki noktadaki hali insanın ahlakı hakkında bilgiler verir.  
                Fakat taht-ı revan bugünlerde bana yukarıdaki garip fikirden başka bir ilham verdi; yere çakılan ve fırlayan insanlar. Eğer taht-ı revanın bir ucuna oturan bir kişi, bir anda oradan atlarsa diğer uçtaki kişi çok hızlı bir şekilde yere çakılır ve zarar görür. Eğer taht-ı revanın bir ucuna biri yerleştiğinde ve diğer ucuna aniden ondan çok daha ağır biri yerleştirildiğinde, tıpkı bir mancınık sistemi gibi hafif olan kişi yükseklere fırlar ve kısa bir süre sonra yine yere çakılır. İkinci yerle bir olma birincisinden daha şiddetli ve daha zararlı olur.
                Bu iki teorik bilgiden birincisinin pratiğini çok rahat gözlemleyebiliriz fakat ikincisi daha çok sirk gösterilerinde ve özel şovlarda karşımıza çıkar. Konuyu insan davranışlarına devşirip biraz soyutlaştırmak gerekirse karşımıza yukarıda saydığımız iki kötü durum kadar belki daha zararlı bir tablo çıkmaktadır.
                İnsan ilişkileri Dünya’nın şu felaket mevsiminde maalesef menfaat odaklı olduğu için, hal, tavır ve sözler de bu çerçevede ortaya konuyor. İnsanların her bir fiili direkt karakteri olarak söylenir olmuş, insanın hataya açık ve hataya yapabilir bir varlık olduğunu unutarak. Güzel bir söz var; “insan, nisyana müptela.” Nisyana müptela bir insanın ise her zaman hataya açık olduğunu unutmamak gerekir. Bu konuda Kur’an’ın üslubu ise bizlere edep timsalidir. Kehf suresinde geçen Hz. Hızır ve Hz. Musa’nın yolculuğunda yapılan “zahiri” fena işlere karşı Hz. Musa’nın tavrı “sen ne fena bir iş yaptın.”(Kehf, 71. ve 74. ayet) olmuştur. Bir fiili bütün bir ahlaka teşmil edip, genelleyip “sen ne kötü bir adamsın.” denmemiştir.  
Diğer yandan Fahr-i Kâinat Efendimiz(s.a.v.) şöyle buyurmaktadır; “Sevdiğin kişiyi ölçülü sev, gün gelir düşmanın olur. Yerdiğin, düşman olarak gördüğün kişiye de ölçülü kız gün gelir dostun olur.”(Tirmizi, Birr ve Sıla, 60) Demek ki, pek çok konuda olduğu gibi insan ilişkilerinde de itidal ve dengeli davranma esastır. Bir insan bir söz veya fiili ile iyi olmadığı gibi, aynı şartlarda kötü biri olarak da vasıflandırılamaz.(akaidi meseleler hariç)
İnsanların birbirlerine karşı tavırlarına gelince, menfaat ve pragmatizm ekseninde gelişen ilişkilerde kişiye menfaati dokunan bir işi yapan iyi, menfaate aykırı iş yapan kötü diyerek hakikat terazisinin dengesini bozabiliyoruz.
İnsanı yaptığı iyi bir işten dolayı bir anda havalara çıkarmak ve yüksek bir paye, makam vermek –hele de iradi olarak zayıfsa (hafifse)- o kişinin geleceği adına felaketin başlangıcıdır çünkü bir anda göğe çıkaran “dengesizlik” bir anda yer ile yeksan edebilir. Böyle yerle bir oluşta insan, önceki konumunu da koruyamaz.
Yapılan kötü bir işten dolayı yerilen, kötülenen ve “kötü”  denen insan ise yalnızlaştırılıp, kendiyle baş başa bırakılabilir. Ve böyle bir durum o kişiyi menfi diğer saldırılara ve iç tuzaklara (bunalım gibi) hedef haline getirebilir. Tanıdığımız veya tanımadığımız bir insan düştüğünde, sürçtüğünde, hata yaptığında insan olarak yapılması gereken şefkat ve merhametle elinden tutup kaldırmaktır. Çünkü Âlemlerin Efendisi, yüreği şefkatle dopdolu o Zat(s.a.v); “Her insan hata yapabilir, hata yapanların en hayırlısı ise çokça tövbe edendir ”(Tirmizi, Kıyamet, 49/2499; İbn-i Mace, Zühd,30) buyurmaktadır. İnsanları dil taht-ı revanından yere düşürmek ve fırlatmak yerine dengeli bakış, düşünce ve söylemle oldukları konumlarında kabul edip iyiliklerine çalışmamız daha ahlaki bir tavır gibi görünmektedir.